20 Aralık 2014 Cumartesi

EN BÜYÜK AFET, EN AĞIR LÂNET, MEL'UNLUK VE İNSANLIK DÜŞMANLIĞI, "KUL HAKKI GASPI" HIRSIZLIK & İSLÂMİYET’TE HIRSIZLIK SUÇU

İSLAMİYET’TE HIRSIZLIK SUÇU 
‘Hırsızlık’, haksız yere bir başkasının malını, parasını veya varlık kabul edilen başka değerlerini ele geçirmek, çalmaktır. Hırsızlık, İslâm’ın çok çirkin gördüğü hem ceza hukuku kuralları ve hem ahlâk kuralları ile yasakladığı bir davranıştır. 
Hırsızlık hastalığının Arapça’daki karşılığı ‘Sirkat’tir. Hırsızlık yapan kimseye ‘Sarik’ denir.
Kur’an, “İnsanın ancak çalışmasının karşılığını alabileceğini.” [1] bildirir. İnsanların hak ve adaletten ayrılmamalarını isteyen Allah (c.c.) Kur’an’da şöyle buyurmaktadır: “Mallarınızı, aranızda batıl (haksız yollar) ile yemeyin.” [2]
“Erkek ve kadın hırsızın -o, irtikâb ettiklerine bir karşılık ve Allah'tan ibret verici bir ceza olmak üzere ellerini kesin..” [3]
İslâm dini, mal emniyetini önemli bir esas kabul etmiş, malını müdafaa ederken öldürülenin şehid olacağını bildirmiştir. Hırsıza, elini kesmek gibi ağır bir ceza vermesinin felsefesi, mal emniyetine verdiği ehemmiyette ifadesini bulur. Bu sebeplerle ceza, psikolojik şokla hissiyatın ve ruhun derinliklerinde caydırıcılık hâsıl edecek şekilde ağır takdir edilmiştir: Elin kesilmesi... Hırsızlığa niyet edecek kimseyi, yakalanma halinde elinin kesilme ihtimali ciddi şekilde düşündürecek ve caydırıcı etki yapacaktır. Hanefîlerin el-İhtiyar adlı kitaplarında şu izaha yer verilir: ‘Öyle insan  vardır ki, onu ne akıl durdurabilir ne de nakil. Bu kimselere ne diyanet  tesir eder, ne de mürüvvet ve emanet gibi yüce duygular. Şayet el kesmek, asmak ve benzeri ağır cezalar olmasaydı, bu kimseler başkalarının mallarını inat olsun diye açıkça almaktan veya gizlice çalmaktan çekinmezlerdi. Bu  durumun getireceği fesat açıktır. Şu halde, fesadın önlenmesi, toplum düzeninin sağlanması için hırsıza bu ağır caydırıcı cezanın verilmesi uygun ve gerekli olmuştur. Kesme emri mutlak geldiğinden, elin kesilmesi hususunda hür ile köle eşittir.
“Zani bir kimse, zina yaptığı sırada mümin olarak zina yapmaz, hırsız da çaldığı sırada mümin olarak hırsızlık yapmaz, içkici, içki içtiği sırada mümin olduğu halde içki içmez; insanların, onun yüzünden gözlerini kendine kaldıracakları kadar nazarlarında kıymetli olan bir şeyi mümin olarak yağmalamaz.” [4]
Hadis-i şerifte müminin büyük günahlardan olan hırsızlık yapmak, içki içmek ve zina etmek gibi fiillerinden birisini yaptığı sırada mümin olmadığını, imanının onu terk ettiğini ifade etmektedir. Bu durum üzere ölen bir insanın, imansız gitme durumu ortaya çıkacaktır ki bu ebedi cehenneme düşmesine sebep olmaktadır.
Hırsızlık, insanın ahlâki olarak alçaldığını gösteren bir davranıştır. Bu ahlâkî alçaklığın işlenmesiyle toplum düzeni de bozulmuş olur. Bu kötü davranışın yayılması sonucu insanlar arasında güven duygusu ortadan kalkıp, yerini güvensizlik ve huzursuzluğa bırakır. Bu da toplumsal huzuru bozar. Halbuki İslâm, toplum huzurunu sağlayan şu beş temel ilkeyi koymuştur:
1- Din Güvenliği
2- Akıl Güvenliği
3- Mal Güvenliği
4- Can Güvenliği
5- Nesil Güvenliği 
Bu beş ilke, insan ve toplum yaşamının düzenlenmesinde insanların ulaşabileceği en yüksek değerlerdir. Bugün bütün dünyada İnsan Hakları Evrensel Beyanname’sinden sıkça söz edilir. Halbuki yüce dinimiz İslâm bunu on dört asır önce sağlamıştır. 
İslâm’ın hırsızlık yapan kimseye uygulanacak ağır cezayı ortaya koymasında, bu çirkin davranışların başka kimseler tarafından işlenmesinin önüne geçmek için büyük hikmetler ve adâlet vardır. Hırsızlık yapmakla sadece toplum düzeni bozulmakla kalmıyor; aynı zamanda malı çalınan kişiye haksızlık yapılmış oluyor. Bu suçu işleyen kimse iki büyük suç ve günah işlemiş oluyor: Birincisi, toplumun hukuk ve ahlâk düzenini bozarak haksız kazanç elde etmek, ikincisi de kul hakkını ihlal etmek.
Allah Resûlü bütün söz, davranış ve eylemleriyle hukuka, adalete, devlet anlayışına ölçü vermektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.) yasaklanan bir fiilin neticesinde onun cezası olan ‘had’din uygulanmasının hikmetini şöyle açıklamaktadır: “Yeryüzünde infaz edilen ilahî bir hüküm (had), orada yaşayanlar için kırk sabah yağmur yağmasından daha faydalıdır.” [5]
İslam'da, hukuk ve hudud (Hadleri cezalar) karşısında herkes aynı konumdadır. Kimseye dokunulmazlık tanınmamıştır. Belki yönetim ve yöneticilerin en büyük ve en temel sorumlulukları da bu noktada kendisini göstermektedir. Konuyla ilgili Hz. Peygamber (s.a.v.)'in bir uygulama ve uyarısı son derece dikkat çekicidir. Şöyle ki: Kureyş kabilesinin güçlü ailesi Mahzumoğullarından hırsızlıkyapmış olan Fatıma b. Esved'in durumu Kureyş'lileri üzmüş ve harekete geçirmişti. Onu affettirebilmek için çare aramaya başladılar. Hz Peygamber (s.a.v.) yanında şefaatçi olacak birini bulmaları gerektiğine karar verdiler. Neticede Hz. Peygamber (s.a.v.)'in çok sevdiği Usame b. Zeyd'i bu konuda aracı olmaya ikna ettiler.
Üsame (r.a.) de gidip Hz. Peygamber (s.a.v.)'e durumu arzetti. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Üsame'yi şu sözleriyle uyardı: “Sen, Allah'ın  emrettiği bîr had hakkında mı şefaatçiliğe kalkışıyorsun?” (Buna nasıl cür'et edersin, bunu nasıl yaparsın?)
Üsame, özür beyan edip, bağışlanmasını diledi. Hz. Peygamber (s.a.v.) daha sonra Müslümanlara bir konuşma yaparak durumu şöyle açıkladı: “Ey Müslümanlar! Allah Teala sizden öncekileri şu sebeple helak etmiştir: Onlar içlerinden şerefli (itibarlı) biri hırsızlık yaparsa, onu cezalandırmazlar; zayıf biri bir şey çalarsa, derhal ona haddi tatbik ederlerdi. Allah'a yemin ederim ki ben, Muhammed'in kızı Fatıma hırsızlık etmiş olsaydı onun da elini keserdim!”
Hz. Ebubekir (r.a.) de, devlet ve güçlülük konusunda İslâm'ın bakış açışını bir başka şekilde vurguluyor: ‘İçinizde zayıf olan, hakkını alıncaya kadar benim yanımda kuvvetlidir. Kuvvetli olan ise, ondan başkasının hakkını alıncaya kadar benim nezdimde zayıftır.’ Hz. Ebubekir bu şekilde hak ve hukukun üstünlüğünü ortaya çok net koymaktadır.
İslâm dini, hırsızlığın zararlarına dikkat çekerken, onun yayılmasının önüne geçmek için tedbir alınmasını gerekli görmüştür. Bunu sağlarken de ilk başta sosyal adâlet ilkesini toplumun her kesimini kapsayacak şekilde uygulamaya koyar. İslâm, bir taraftan bireyin ahlâkî açıdan eğitimini sağlar; diğer taraftan da insanın hırsızlık yapmasını gerektirecek nedenleri de ortadan kaldırır. [6]
Bu anlatılanlar hırsızlığın görülen tarafıdır. Peygamber Efendimiz hırsızlığın bir de görünmeyen tarafının olduğunu ve bunun daha tehlikeler içerdiğini şöyle anlatmaktadır. Resûlullah (s.a.v.) “İçki içen, zina yapan ve hırsızlıkta bulunan kimse hakkında ne dersiniz?” diye sordu. Bu soru, bunlar hakkında henüz hadd cezası gelmezden önce sorulmuştu. ‘Allah ve Resûlü daha iyi bilir!’ diye cevap verdiler. Resûlullah (s.a.v.): “Bu fiiller ağır suçtur, onlar hakkında ceza vardır. Hırsızlığın en kötüsü de namazdan çalmaktır.” buyurdu. Bunun üzerine: ‘Ya Resûlullah, kişi namazını nasıl çalar?’ diye sordular. Şu cevabı verdi: “Rükûsunu ve secdelerini tamamlamaz.” [7]
Allah Resûlü’nün ahlâki özelliklerimizin evrensel boyutu hakkında sarf ettiği  sözlerden bir tanesi de çocukların zorla çalıştırılmamasını içermektedir. Zorla çalıştırılan çocuklar günlüklerini çıkarabilmek için hırsızlığa tevessül edebilmektedir. Bu yüzden küçük çocukların zorla çalıştırılmasını yasaklamaktadır: “Çocukları kesbe (kazanmak için çalışmaya) mecbur etmeyin. Siz onları kesbe mecbur ettiğiniz zaman hırsızlık yaparlar. Sanat sahibi olmayan cariyeleri de kesbe zorlamayın. Zira siz onları kesbe zorladığınız takdirde ferçleriyle kazanırlar. Onların getireceği paraya karşı istiğna gösterin ki, Allah da sizi müstağni kılsın. Size temiz olan yiyecekler yaraşır." [8]
Çocukların çalıştırılmalarının birçok yönden sakıncası var. Her şeyden önce alması gereken temel formasyondan geri kalır. Çünkü İslâm, çocukluk dönemini hayata hazırlık, büluğdan sonra üzerine yüklenecek sorumluluklarla ilgili zorunlu bilgi ve becerileri kazanma dönemi olarak belirlemiş, bu maksatla onu her çeşit sorumluluğun dışında tutmuş, nafakasını ebeveyn, yoksa yakınları, yoksa cemiyet ve devlet üzerine vecibe  kılmıştır.
Ebu Zer el-Gıfari (r.a.) anlatıyor: Hz. Peygamber Efendimiz “Lâilâhe illallah  deyip sonra da bu söz üzerine ölen her kul cennete gider.” buyurdu.
(Hayretle) sordum: ‘Zina etse ve hırsızlık yapsa da mı?’ Cevaben: ‘Evet, zina etse ve hırsızlık yapsa da!’ dedi. Ben hayretimi yenemeyerek yine sordum: ‘Zina etse de hırsızlık yapsa da mı girer?’ Resûlullah (s.a.v.) yine: “(Evet) Zinâ etse de hırsızlık yapsa da” cevabını verdi. Bu sözünü üç defa tekrar etmişti. Dördüncü seferde: Yine, ‘Evet, Ebû Zerr'in burnu toprakla sürtülmesine rağmen zina etse de hırsızlık yapsa da (o kul cennete girecektir) buyurdu.’ [9]
Halbuki az yukarıda bu iki sıfatın bizzat Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından küfre nispet edildiğini, insanın imanını o an ortadan kaldırdığını görmüştük. Demek oluyor ki tek bir hadis veya tek bir âyete bakıp hüküm yürütmek bizi hataya sürükleyebilmektedir. Âyet-i kerîmede günahlar konusunda: “Allah (c.c.) kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz, onun dışında kalan günahları dilediği kimseden affeder.” [10] buyurmaktadır. İslâmî ölçü budur. Allah (c.c.)'a ve âhirete inanan kişi bu ölçülerin dışına çıkmaz. Bunların yerine kendisinin veya diğer şahısların hevâsından gelen karanlıklı, nursuz ölçüleri koymaz. Mümine düşen âlimlerin yolunu tâkip etmektir. Bu davranış tarzı, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat’in yolu, İslâm ümmetinin ana yoludur. 
Öyle ise, bu hadis “Lailahe illallah diyen  cennete gider, hırsızlık da yapsa, zina da yapsa.”  veya başka bir hadiste: ‘Biz Resûlullah'a zina etmemek, hırsızlık yapmamak... üzere biat ettik. Kim bunlardan birini yapar ve dünyada cezalandırılırsa bu ona kefarettir; kim de cezalandırılmazsa, onun işi Allah'a kalmıştır. O dilerse affeder, dilerse azap eder’ hadisi; “Allah kendine şirk koşanı affetmez, bunun dışındaki bütün günahları dilediğinden affeder.” [11] ayeti ve bu manadaki başka ayet ve hadisler esas alınarak, vermiş olduğumuz ve benzeri hadisler tevil edilmiştir. Ehl-i Sünnet büyük günah işleyenin kâfir olmayacağı hususunda ‘icma’ etmiştir. Bütün bu durumlar, vermiş olduğumuz hadisin ve benzerlerinin tevil edilip ‘kâmil manada’ ibaresiyle kayıtlanmasını zaruri kılmıştır.
Bizim de Hz. Peygamber (s.a.v.)’in metoduyla işe başlamamız gerekmektedir. Öncelikle insanların eğitilmesi gelmektedir. Aç olan bir kimse karnını doyurmak için hırsızlık yaptıysa elinin kesileceğini söylemiyoruz. İlk önce iş imkânı sağlanır, iskân temin edilir ve tüm ihtiyaçları giderilir. Şayet ondan sonra kalkıp hırsızlık yapılırsa, o zaman o adamın kalbinde fesat vardır ve toplumu fesada götürmek istemektedir. Bunu engellemek için had cezası uygulanır. Hırsızlık masası şefinin hırsızlık çetesi şefi olduğu anlaşılıyor. ‘İsraf, Allah (c.c.)'a ve topluma karşı bir hırsızlıktır.’
Fıkhî anlayışa göre meselâ bir hırsızlık olayında, malından edilen kuldur ve fakat hakkı ihlâl edilen yüce Rabb olmaktadır. Çünkü burada sadece kulun hakkı elinden alınmış olmuyor aynı zamanda Allah (c.c.)'ın yarattığı bu insanlık alemi, mülkiyet hakları şuurundan yoksun hayvanlık alemine dönüştürülmüş oluyor. İşte burada Allah Teala da Fâtiha sûresindeki ifadesiyle "âlemlerin sahibi" olarak devreye girip gerçek hak sahibi oluyor.
Rivayete göre bir kimse Hz. Peygamber (s.a.v.)’in huzuru saadetlerine gelip şöyle dedi: ‘Ey Allah'ın Resûlü, ben sana (yani Allah'tan getirmiş olduğun dine) iman etmek istiyorum. Ancak ben, içki içmeyi, zina etmeyi, hırsızlık yapmayı ve yalan söylemeyi de seven biriyim, insanlar bana, sen İslâm'ı kabul edersen bu işleri yapmak sana haram olur, diyorlar. Benim de bunları kolayca bırakmaya gücüm yetmez. Bunlardan birisini terk etmeme razı olursanız, size inanırım, dedi. Peygamberimiz (s.a.v.) ona: “Yalanı terk et” buyurdu. O kimse de bunu kabul etti ve Müslüman oldu. Resûlullah (s.a.v.)'ın huzurundan ayrılınca ona içki sundular. O, eğer ben içki içersem, Resûlullah (s.a.v.) da bana içki içtin mi? diye sorar da ben yalan söylersem, ahdi bozmuş olurum. Doğruyu söylersem bana ‘hadd’ cezası uygular, dedi ve içki içmeyi terk etti.
Sonra ona zina ve hırsızlık teklif edildi, o yine aynı şekilde düşünerek onları da bıraktı. Daha sonra bu kimse Peygamberimiz (s.a.v.)’e gelip, ne güzel yaptın (ne iyi tavsiyede bulundun) Ey Allah'ın Resûlü, beni yalandan menetmekle günah kapılarını bana kapattın, dedi.’
Geçen hadisi şeriflerden de anlaşılacağı gibi, doğruluk insanı iman ve itaate sevk ederken, yalan da insanı başta inkâr olmak üzere pek çok kötülüklere düşürmektedir. [12]
Hırsızlık Hastalığından Kurtuluş Yolu
Hırsızlık hastalığından kurtuluş için, hem devletin, hem toplumun ve hem de bu hastalığa yakalanan insanların yapması gereken görevleri görev ve sorumlulukları vardır.
İslâm dininin istediği saadet toplumunda, hırsızlık olmadığı için huzur ve güven kurulmakta insanlar rahat bir hayat yaşamaktadırlar. Bunu tarihimizde görüyoruz. Bu konuda en somut örnek Asr-ı Saadet’ten sonra Osmanlı’nın uyguladığı sistemdir. Toplumda oluşturduğu mekanizma ile hırsızlığın önüne geçmiş, hırsızlık düşüncesini ve sonucunda görülecek cezayı zihinlerde oluşturmuş ve buna teşebbüs edenlerin önüne manevi bir sınır koymuştur. Bu hususta iki batılı yazarın ifadeleri meramımızı anlatmada örnek teşkil etmektedir: Fransız generallerinden Compte de Bonneval der ki; ‘Hırsızlık, murabahacılık ve inhisarcılık gibi suçlar Müslümanlar arasında adeta meçhul cinayetlerdir. Hâsılı ister vicdanî bir akideden, ister ceza korkusundan doğmuş olsun, o kadar dürüstlük gösterirler ki, insan çok defa Müslümanların dürüstlüklerine hayran kalır.’
Müverrih A. Ubicini: ‘Bu büyük başkentte dükkâncı herkesçe bilinen namaz saatlerinde dükkânını açık bırakıp gittiği, geceleri evlerin kapıları sıradan bir mandalla kapatıldığı halde senede yalnız dört hırsızlık vakası bile olmaz. Ahalisi sırf Hıristiyanlardan oluşan Galata ile Beyoğlu'nda ise hırsızlık ve cinayet vakaları duyulmayan gün geçmez.’ diyor.
Hırsızlık hastalığına tutulan insan ise, bunun çok yanlış ve tehlikeli bir kazanç yolu olduğunu düşünmesi, bu işin sonunun olmadığını, mutlak surette bir gün yakayı ele vereceğini, dünyada cezasını göreceğini ve ahirette ise daha büyük cezaların kendisini beklediğini düşünmesi gerekir.
Hırsızlar günümüzde gelişen teknikler ile bayıltıcı, uyutucu, uyuşturucu, kesici, patlayıcı bütün silah ve malzemeleri de kullandıkları için artık hırsızlık bir meslek ve sektör halini almış ve insanların korkulu rüyası haline gelmiştir. Yukarıda belirttiğimiz gibi bu insanlar belirlenip ciddi eğitimlerden geçirilip kendilerine iş fırsatları hazırlanarak topluma kazandırılmalıdır. Bu mümkün olmuyorsa toplumun huzur ve güveni için en ağır cezalar uygulanmalıdır.
KAYNAKLAR VE DAYANAKLAR:
[1] Necm sûresi, 53 /39.
[2] Bakara sûresi, 2/188.
[3] Maide sûresi, 5/ 38.
[4] Buharî, Mezalim 30; Müslim, İman, 100; Ebu Davud, Sünnet, 16; Tirmizî, İman, 11.
[5] İbn Mace, Hudûd 3, Nesaî, Sârık, 7.
[6] Ahlâk Dersleri, V. Aydın.
[7] Muvatta, Kasru's-Salât: 72.
[8] Muvatta, İsti'zan 42.
[9] Buhârî, Tevhid: 33; Müslim, İman: 153; Tirmizî, İman: 18.
[10] Nisa sûresi, 4/48.
[11] Nisa sûresi, 4/48.
[12] Tefsiru'l Kebir, Razi, XVI, 221–222.

9 Eylül 2014 Salı

Adalet (barış), Millet İradesi ve Üstünlük & Adalet Mülkün Temelidir; Ne Demek?.., Mustafa Nevruz SINACI

Adalet (barış);
Millet İradesi ve Üstünlük 
Mustafa Nevruz SINACI
            Adı “Adalet ve Kalkınma” olan partinin olağanüstü büyük kongresinde, hatipler adeta haykırıyor, başta Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) olmak üzere, Cumhuriyet Baş Savcıları dâhil bütün adalet ve hukuk cihazı camiasına telkin, tembih ve tehdit dolu mesajlar göndermekte birbirleri ile yarışıyorlardı!.. (Ankara, 27 Ağustos 2014)
Onlara göre: Hiçbir şey (güç, kuvvet veya erk) millet iradesinden üstün olamazmış!.
Özellikle, 27 Mayıs sonrası ve bizatihi 27 Mayıs’ın (12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve sair post modern darbe, sulta/cunta, vesayet kalkışmalarının) henüz yargılanmadığı; Şahsi ahvaller dışında (Nürmberg Mahkemeleri gibi), bütün olayın maşeri vicdan (HÂKİM) önüne çıkartılıp sorgulanmadığı bir Türkiye’de, bu söz çok iddialıdır. Mübalâğalı, ağdalı, abartmalı ve belli ki “icraattan dolayı duyulan rahatsızlıklardan mütevellit”, aba altından sopa gösterme amacına matuf bir söylem kabilindendir!..
Esası demagoji, hayal ve ütopyadır.
Zaten de öyle algılanmıştır…
Yine de gelin, bu iddia ve ihtirasın mümkün olup olamayacağına bir bakalım:
Ancak burada, öncelikle millet iradesinin tezahür biçimi son derece önemlidir.
Medeni ülkeler ve yerleşik, kurumlaşmış namuslu-dürüst, ilkeli-onurlu, sorumlu-soylu ve saydam demokrasilerde “bire/bir” yani, doğrudan vekâletle temsil hakkı verilmiş bireylere Millet Vekili denir. Doğrudan seçmen tarafından önerilerek, tayin ve tespit edilmemiş kişinin milleti temsil hakkı yoktur. Bu ve mümasil (benzer) kişiler ancak patronları, parti sahipleri ve icabında dâhil oldukları “saadet zincirinin” menfaatlerini temsil ve ilzam ederler…
Dolayısıyla Milletin değil; 
Vesayetin vekillerine parlamenter denilir.
Son elli yılda bu usul-esas ve kriterlere uygun olarak: Namuslu, dürüst, demokrat ve şeffaf usullerle seçilmiş, gerçek bir “MİLLET VEKİLİ” var mı acaba?. Malûm sürece dair tarihte yazmıyor. Bilen varsa beri gelsin!.. Velev ki, Milletvekilleri bu esas ve usullere uygun seçildi. Millet tercihinin eseri, şaibesiz vekiller ve “devlet idaresinde millet iradesinin” tecelli unsurları oldu. Bu takdirde adalet’in üzerinde ve adalete rağmen bir irade ortaya konulabilir mi? Müştereken Meclis dahi adalete aykırı bir karar alabilir ve uygulamaya sevk edebilir mi?
Cevap: Kesinlikle HAYIR, asla ve kat’a mümkün olamaz’... 
Tam burada bir hatırlatma yapayım:
Bu gün 1 Eylül Dünya Barış Günü (01 Eylül 2014) 
Barış öyle bir kavramdır ki; Sadece Adalet hüküm sürdüğünde gerçekleşir.
Bir ülke, aile, kabile, kurum veya dünyada Adalet yoksa Barış yoktur. Ülkenin bütün kurum ve kurulları ile hayatın her alanında adalet yoksa sadece zulüm, eziyet, işkence, gasp, irtikap, terör/tedhiş ve sömürü vardır. Nizamı âlemde; Daha açık ve doğru bir tanımlama ile evrensel hukukta; Haklı, doğru-iyi ve dürüstlerin güçlülüğü>meşruiyeti esastır. Özellikle vahşi batının ‘şeytani kuramı’ olan “insan insanın kurdudur” itikadında ‘güçlülerin haklılığı, hâkimiyeti ve meşruiyeti’ esas olmakla beraber; Bu yol, meslek veya meşrep orijinal/objektif İnsan (canlı) Hakları, Adalet, adalet ahlâkı ve hukuka kesinlikle aykırıdır.
Amma lâkin (sözde) Müslüman âlemin içine düştüğü gayya çukuru; Nefret, ifrat, hırs, ihtiras, zaaf, fetret ve “kifayetsiz muhterisler” ile millet iradesini “sahtecilik, yalan ve hileyle” gasp ederek hükümferma olan kripto tiranlar dolayısıyla, yüzler Kâbe’den batı’ya çevrilerek; Adalet, hakikat ve faziletin nuru, kötülük ve kul hakkının karanlığına iblâğ olmuş (dönüşmüş) bulunmaktadır. Bunun anlamı:
Şu anda dünyada özgür, hür ve hükümran bir İslâm ülkesi yok demektir.
Oysa, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu 1923 yılında, başta İran olmak üzere; Afganistan ve Türkiye hür, bütünüyle özgür ve hükümran (egemen) ülkeler idi!..
İşte günümüzün fotoğrafı budur.    
Peki, “ADALET MÜLKÜN TEMELİDİR” ne demek?
***
Adalet Mülkün Temelidir; 
Ne Demek?..
Mustafa Nevruz SINACI   
            Önce “Adalet” ne demektir? ADALET: Hak (Rab) kanunlarına, yani evrensel hukuk kurallarına uygunluk.. Herkese hakkını vermek, lâyık oldukları muameleyi yapmak, haksızları terbiye etmek; Suçluları mutlaka cezalandırmak, zulüm yapmamak, saygı, insaf ve merhamet sınırları dâhilinde insanları idare, barışı koruma, ekolojiyi himaye ve devleti idame etmektir.
Adalet kelimesinden türeyen Mâdelet=adaletli olmak; Kelimenin kökeni olan Dâd ise, Cenab-ı Hakk'ın emrini, emrettiği şekilde tatbik ve suçlu üzerinde icra etmek anlamında olup; Uygulamada “Hak sahibine hakkını vermek” ve “haksız, zalim ve bilumum suçluları te'dip ve terbiye, ta'zip ve tecziye (cezalandırmak ve ıslah) etmek anlamına gelir.
Ayrıca “Evrensel Adalet”, “İlâhi Adalet” hükmündedir. Halkı ve devleti idare, hukuku (kurulu düzeni) idame ile görevli, bizzat halk tarafından (aracısız/dolaysız) seçilmiş vekillerin meşruiyeti ile buna dayalı Yargı erk’i ve hükümetlerin meşruiyeti de adaletle kaimdir. Yargı, tam bir tarafsızlık ve bağımsızlıkla adalet üretemiyorsa, “gayrimeşru” demektir. Ne pahasına olursa olsun Meclisin bu zulmü düzeltmesi zorunludur. Görev hükümete değil Meclis’e aittir.
            Hükümetler de aynen mahkemeler gibi; Karar, icra, iş ve işlemlerinde adil olmaya, hak ve adalet üzere hareket etmeye mecburdur. Adil olmayan hükümeti def ile öncelikle ve evvelâ muhalefet görevli-yetkili ve sorumludur. Paralelinde adalet cihazı, Meclis ve nihayet ordu! Şu kadar ki adil olmayan hükümete itaat caiz değildir. 
Kuramın Arapça aslı “El-adlü esâsü’l-mülk”tür. Türkçede ‘mülk’ kelimesi ‘Mahkeme kadıya mülk değil’ söylemindeki gibi genellikle taşınmaz (gayrimenkul) anlamında kullanılır. Oysa Arapçada hükümran devlet, müstakil düzen, ülke, egemenlik, iktidar, saltanat, özgürlük anlamlarına gelir. Yani ‘Adalet mülkün temelidir” sözüyle özellikle ve ağırlıkla kastedilen: “Devletin veya düzenin esası adalettir.” Hükmü, hayati unsur ve evrensel gerçeğidir.
            Bu gerçek, Mecelle, Sosyoloji, Felsefe ve Siyaset Bilimi disiplinleri gibi objektif ilmî kaynaklar ve medeni siyaset normunda açıklandığı ve tanımlandığı üzere: Meclis (YASAMA) nezdinde.; Millet Vekillerinin ortak ve mutlak sorumluluğu altında; Adalet cihazı (YARGI) “tarafsız ve bağımsız”; Hükümet (YÜRÜTME) ise, sadece Anayasa ve Anayasaya kesinlikle uygun olmak koşuluyla Yasama ve Yargı Kararlarını uygulamakla memur ve mükellef olup; Kuvvetlerin her biri, devlet içinde “nevi-i şahsına münhasır” erklerdir. Şu kadar ki: Yasama kendine amir; Yargı ve yürütme ise Yasamaya bağlı kurum ve bağlı kuruluşlar hükmündedir.
            Yani: Tepeden-tırnağa, tabandan zirveye/çatıya, devlette adalet hâkim ve hükümferma olmadıkça; İnsani, hukuki, ahlâki ve medeni bir devletten söz edilemez. Devlet, Demokrasi, Cumhuriyet ve Lâiklik “olmazsa olmaz” kabilinden özgün kurallar bütünüdür. Hükümetler sadece ve yalnızca bu düzeni geliştirmek, iyileştirmek, mükemmele ulaştırmak;  Daha kavi, sağlam ve mükemmel kılarak “haklıların güçlülüğü, iyi insan ve iyi vatandaşların” mutluluğu yönünde yükseltmek için Meclisle ortak çalışarak görev yapmak zorunda ve durumundadırlar.  
            ‘Esas’ kelimesi için seçilmiş olan ‘temel’ yanlıştır. Çünkü bir ‘toplumsal sözleşmenin’ devlet ve adalet temelinde teşkili önemli olmakla beraber; Asıl şart adalet ve hukukun devlet binasının “temelden, tavana bütün huzme ve hücrelerine” nüfuz etmiş bulunmasıdır.
Adalet, devlet temelinde mevcuttur” biçiminde bir iddia ve telâkki ile otaya çıkılıp; hükümet işleri “kitabına uydurulmak” kabilinden sevk, idare ve idame olunamaz. Söz, kuram ve kural’ın sahibi olan Hz. Ömer’in anlayışına göre “adalet bir devletin temelinde olduğu gibi tepesinde de, yani her zerresinde mevcut olarak fiilen hayat ve vücut bulmalıdır.
Adalet temeli üzerine bina edilen kurum ve kuruluşların çatısında zulüm yaşanırsa, o binada adaletin varlığından söz edilemez. Halkın idaresiyle iştigal edip; En az Hazreti Ömer veya aynı dönemin “putperest İran Kisrası Nûşirevan” kadar adil olamayan Amirler ile; “Adaletsiz amirler karşısında dilsiz şeytan kesilen Âlimler” manâ itibarıyla sadece bir Köpek hükmündedirler. Biline… Netice olarak:
            Adaleti Meclisler tesis; 
          Yargı cihazı temin ve 
          Hükümet’ler ifa ve icraya mecburdur. 

8 Eylül 2014 Pazartesi

İHANETİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ; Suay Karaman

İHANETİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Suay Karaman
10 Temmuz 2014 tarihinde AKP, CHP, HDP’nin oylarıyla TBMM’de kabul edilen ve 16 Temmuz 2014 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren 6551 sayılı “Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun”, Türkiye’nin toprak bütünlüğüne ihanet yasasıdır ve Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'na da aykırıdır.
*
Bu yasa ile teröriste silah bıraktırılmayacak, onun yerine Türk ordusuna silah bıraktırılacaktır. Bu yasa ile terör sona erdirilemeyeceği gibi, Türkiye Cumhuriyeti bir bütün olarak teröre sürüklenecek, terörist ve işbirlikçisi korunacaktır. Bu yasanın sonucunda Türkiye’de ulusal ve üniter devlet örgütlenmesini dağıtma süreci başlayacaktır ve buna bağlı olarak ülkemizde etnik ayrışmalar ve mezhep kopmaları tetiklenecektir. Kısaca bu yasa bir ihanet yasasıdır.
*
Bu yasa için TBMM’de 237 kabul, 37 ret olmak üzere toplam 274 milletvekili oy kullanmıştır. TBMM’deki 537 sandalyenin dağılımı şöyledir: Adalet ve Kalkınma Partisi 313, Cumhuriyet Halk Partisi 130, Milliyetçi Hareket Partisi 52, Halkların Demokratik Partisi 27, Demokratik Bölgeler Partisi 1, Bağımsız 14. Bu dağılıma göre oylamaya milletvekillerinin %51’i katılmış ve ülkemizin bütünlüğünü ilgilendiren bu önemli yasa %44 oyla kabul edilmiştir.
*
Bu yasanın iptal edilmesi için Anayasa Mahkemesi’ne 110 milletvekilinin başvurması gerekmektedir. Resmi Gazete’de yayınlandığı tarihten itibaren başlayan 60 günlük başvuru süresi, 17 Eylül 2014 tarihinde dolmaktadır. Ne yazık ki kendilerine ‘ulusalcı, milliyetçi’ diyen milletvekillerinden henüz bir ses çıkmamaktadır.
*
5-6 Eylül 2014 tarihlerinde ana muhalefet partisi CHP’nin olağanüstü kurultayı vardı. Bu kurultayda Dersimli Kemal, “Yerel Yönetimler Özerklik Şartını mutlaka getireceğiz” derken, rakibi Yalova Kaymakamı ise, ulusalcılık gösterileri yaparak, gaz almaya devam etti. Bakalım CHP milletvekillerinin aklına, bu ihanet yasasının iptali için imza vererek,  Anayasa Mahkemesi’ne gitmek ne zaman gelecek?
*
Dersimli Kemal, bu kurultayda ne yerel seçimlerdeki başarısızlıktan, ne de cumhurbaşkanı seçiminde yaşatılan hezimetten tek kelime bile söz etmedi. Parti içi muhalefetin önünü kesmek için danışıklı olarak aday yapılan Yalova Kaymakamı, temel konular hakkında hiçbir söz söylemedi, ince ince konuştu.
*
Bu kurultaydan CHP’nin güçlü ve güvenli olmasını, etkili, başarılı bir muhalefet yapmasını, Atatürk ilkelerine sıkı sıkıya sarılan, devrimciliği ön plana alan bir yapıda çıkmasını isteyenler yine üzüldüler. CHP’yi tarikatlara, liboşlara, bölücülere ve Atatürk düşmanlarına açarak, verilen görevi yerine getirenlerden umut olmaz, fayda gelmez. İhanete dur demeyenler de, ihanete ortaktırlar. Gelecek için bir umut yaratamayan bu kurultay, 2015 seçiminin başarısızlığına da şimdiden zemin hazırlamıştır.
*
6 Eylül 2014 tarihinde, Boğaziçi Üniversitesi’nde yüksek lisans yaparken, Moon tarikatının Dünya Dinleri Gençlik Semineri’ne katılan  Ahmet Davutoğlu başkanlığında kurulan 62. Cumhuriyet Hükümeti, 306 kabul, 133 ret oyu ile güvenoyu alarak, göreve başlamıştır. Toplam 536 milletvekilinden, 439 kişi oy kullanmıştır. Yani %82 oranında oy kullanılmıştır.  CHP Genel Başkanı bile güven oylamasına katılmamıştır. CHP'nin devam eden kurultayı nedeniyle, parti meclisine aday olmayan milletvekilleri güven oylamasına katılmışlardır. Yaklaşan genel seçimler düşünülünce, parti meclisi üyeliğini her şeyin üstünde tutan milletvekillerinin, yaptığı yasama görevi anca bu kadar olur.
*
12 yıldır ülkeyi her türlü ihanete sürükleyen, terörü azdıran, toplumu yoksulluğa, açlığa, işsizliğe terk eden ve her türlü  yolsuzlukları ortaya çıkan siyasi iktidarın devamı olan bu yeni hükümet, muhalefetin olmadığı yerde, dikensiz gül bahçesi gibi aynı olumsuzlukları yapacaktır. Muhalefet görevini toplumun gazını almak olarak algılayanlar, dış güçlerin desteğiyle muhalefet görevi yapanlar toplumu daha ne kadar kandırabileceklerdir? Her şey ortaya çıkmış ancak halen örgütlü, dik, bilinçli ve kararlı bir yapı yoktur. En kısa sürede böyle bir yapıyı oluşturmak için yurtseverlerin ve emperyalizme karşı olanların bir araya gelmesi, tüm toplumun ortak dileğidir..

1 Eylül 2014 Pazartesi

Cumhurbaşkanı Erdoğan'da,Başbakan Davutoğlu'da,AKP'de Av.Prof.Dr.Metin Feyzioğlu'nun karşısında dayanamadı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan'da,Başbakan Davutoğlu'da,AKP'de Av.Prof.Dr.Metin Feyzioğlu'nun karşısında dayanamadı.


TÜRKİYE01 Eylül 2014 Pazartesi - 16:59

TBB Başkanı Metin Feyzioğlu, Yargıtay Adli Yıl Açılış töreninde yaptığı konuşmada; "Düşmanımız kin ve keyfiliktir bizim. Yargıya, dolayısıyla adalete, dolayısıyla ülkenin temellerine ve geleceğine yönelmiş açık ve yakın en büyük tehlike 'keyfilik'tir" dedi.

Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu, Adli Yıl Açılış töreninde konuştu. Feyzioğlu, "Adalet, mülkün yani ülkenin temelidir" diyerek, avukatların, hâkimlerin ve savcıların ülkenin temel taşları arasında yer aldığını söyledi. "Adalet ülkenin temeli olduğuna göre; yargı camiasını, avukatları, hâkimleri, savcıları düşman ilan etmek, yargıyı itibarsızlaştırmak, devleti temellerinden sarsmaktır" diyen Feyzioğlu, sözlerine şöyle devam etti:
"Bu güzel ülkenin kahraman, fedakâr, asil, namuslu, vicdanlı avukatları, hâkimleri, savcıları; Düşmanımız kin ve keyfiliktir bizim. Biz ise kin tutmayız, keyfilik yapmayız. Adalet ise bütün bunların, öyleyse geleceğimizin güvencesidir. Yargıya, dolayısıyla adalete, dolayısıyla ülkenin temellerine ve geleceğine yönelmiş açık ve yakın en büyük tehlike 'keyfilik'tir. 'Devlet benim' keyfiliğidir. 'Ben ne dersem o olur' keyfiliğidir. 'Sadece benim istediğimi düşünebilirsin, söyleyebilirsin, yazabilirsin' keyfiliğidir. 'Benim istediğim gibi karar vermez, benim işime geldiği gibi düşünmez, benim dediğimi yapmazsan seni hain ilan ederim, hedef gösteririm' keyfiliğidir. 'Benim adamımsan idarenin her düzeyinde işin istediğin gibi yürür, benden değilsen insanca yaşama hakkın dahi yoktur' keyfiliğidir. 'Anayasa'yı tanımam, kanunu hiç tanımam' keyfiliğidir. 'Yasama da, yürütme de, yargı da benim olsun, benim değilse hain olsun' keyfiliğidir. 'Avukatı dışlamak yoluyla avukatın savunduğu yurttaşı sistem dışına çıkarma keyfiliğidir.' 'İnsanı yaşat ki devlet yaşasınö demek yerine, vatandaşı devlete hizmetkâr yapma keyfiliğidir.' Her yapılan eleştiri ve öneriye 'geçmişte de böyle değil miydi' diye cevap verip, vatandaşa daha iyiyi, daha güzeli çok görme keyfiliğidir. Bu keyfiliklere karşı Türkiye Cumhuriyeti'nin kurumları dik duracaktır."
"AVUKATLARIN MESLEKLERİNİ ADALET BAKANLIĞI BASKISI OLMAKSIZIN İCRA EDEBİLMELERİNİ SAĞLAYACAĞIZ"
TBB Başkanı Feyzioğlu, el ele vererek insanlara güven veren ve adalet dağıttığına inanılan bir sistem inşa edeceklerini dile getirerek; "Bizler, el ele vereceğiz; hep birlikte, insanlara güven veren, adalet dağıttığına inanılan bir sistemi inşa edeceğiz. Hâkim bağımsızlığını ve tarafsızlığını, savcı teminatını, avukatların mesleklerini Adalet Bakanlığı baskısı olmaksızın icra edebilmelerini sağlayacağız. Yargının kurucu unsurlarının birlikte çalışmalarını sağlayarak, adil yargılama yapmalarını, böylece gerçeği gerçek olmayandan, suçluyu suçsuzdan, haklıyı haksızdan ayırt etmelerini mümkün kılacağız. Yargının kendi içindeki keyfiliklerin hesabını, yargı bağımsızlığı ilkeleri çerçevesinde verebilir hale gelmesini temin edecek bir düzeni kuracağız. Kişilere göre şekillenmeyen, çağdaş dünyanın ihtiyaçlarına çözüm üreten bir yargı sisteminin zorunlu olduğunu tüm topluma ve siyasi partilere anlatacağız. İşte bunu başardığımız gün, yargı mensuplarının ve kamu görevlilerinin cesaretine bel bağlayan bir toplum olmaktan çıkıp, her bireyin sisteme güvendiği, sistem içindeki kişilerin ne yapacağını bildiği ve böylece hukuki güvenliğe sahip olduğu çağdaş, demokratik bir toplum olacağız. İşte o gün, Cumhuriyet'in kuruluş idealini el birliğiyle gerçekleştirmenin mutluluğunu yaşayacağız" ifadelerini kullandı.
"SAVUNMA HALA BASKI ALTINDADIR"
Feyzioğlu, ülkedeki avukatların baskı altında olduğunu iddia ederek şunları kaydetti; "Bugün, savunma hala baskı altındadır. Avukatlar, mesleki faaliyetleri nedeniyle soruşturulmakta ve kovuşturulmaktadır. Avukatın görevi, insanların haklarını, onların kullanımına sunmaktır. Şu halde avukat, toplum içinde yaşayan insanı birey yapan meslek mensubudur. Avukatın hak ve yetkilerine veya avukatın doğrudan doğruya yaşamına ya da vücut bütünlüğüne yönelen her saldırı, aslında bu ülkede yaşayan herkesin temel haklarına yönelmiştir. Rejimi ne olursa olsun bütün devletlerde uyuşmazlıkları çözmek üzere kurulmuş mahkemeler vardır. Ancak sadece demokratik hukuk devletlerinde etkin ve yargının kurucu unsuru niteliğini taşıyan bağımsız savunmadan söz edilebilir. Etkin ve bağımsız savunmanın olmadığı rejimlerde, hâkimler ve savcılar idarenin memurlarından ibarettirler. Avukatların meslek alanı sürekli olarak daraltılmakta, münhasıran avukatlar tarafından yerine getirilebilecek faaliyetlerin sayısı giderek azaltılmaktadır. Etkili sosyal güvencemiz hala yoktur."
"DEVLETLERİ, KEYFİLİK YAPAN İDARECİLER YOK EDER"
Feyzioğlu, devlette keyflilik yapan idarecilerin devleti yok edeceğini ileri sürerek, meslektaşlarına 'kenetlenme' çağrısı yaptı. Feyzioğlu şunları kaydetti; "Keyfilikten kaynaklanan sistemsizlik sorunu, bizim en önemli meslek sorunumuzdur. İster avukat, ister hâkim, ister savcı olalım bütün meslek sorunlarımızın özünde, hukukun üstünlüğünü tanımayanların, üstünlerin hukuku peşinde koşanların sebep olduğu bu keyfilik vardır. Mesleğimizin itibarı, devletin tüm erklerinin ve kurumlarının hukuka saygılı olmanın gereğine inanmış olmasına bağlıdır. Alın terimizin değeri, hukuk devleti olmamıza bağlıdır. Yatırımcının daha çok yatırım yapması, daha çok iş ve istihdam yaratılması, işsizliğin ortadan kaldırılması, işçi, memur, köylü, kentli, öğrenci, kadın, erkek, genç, yaşlı, emekli herkesin geleceğe güvenle bakması, kendini güvende hissetmesi, hukukun üstünlüğünün sağlanmasına bağlıdır. Ortadoğu kan gölüne dönmüş, mezhep savaşları sınırlarımıza dayanmış, her gün insanlık katledilirken, Türkiye'nin başka devletleri, onların kamuoylarını ve uluslararası örgütleri harekete geçirerek bu vahşeti durdurması, kendi içimizde insan haklarını gerçekleştirmemize bağlıdır. Devletleri, keyfilik yapan idareciler yok eder. Milletleri, keyfilik yapan idareciler felakete sürükler. Devlet idarecilerini tarihe altın harflerle geçiren; dönemlerinde yapılan yollar, köprüler, binalar değil, keyfilik yapıp yapmadıkları, adaleti hakim kılıp kılmadıklarıdır. Çünkü adaletsizlik nedeniyle insanların çektikleri acılar, yapılan inşaatları gölgede bırakır. Keyfiliğin panzehiri, hukukun üstünlüğünü savunmaktır. Haksızlıklara karşı, haksızlık kimden gelirse gelsin, kime yapılırsa yapılsın birlikte tavır almaktır. Gün, bugündür.
Gün, hukukun üstünlüğü için avukat, hakim ve savcıların kenetlenmesi günüdür. Gün, Cumhuriyet devriminin ışıklı yolunda demokrasi ve özgürlükler için omuz omuza mücadele etme günüdür. Bu mücadele elbette kazanılacaktır. Çünkü özgürlük daima kazanmıştır."(PHA)

5 Temmuz 2014 Cumartesi

Adalet, hakkaniyet ve eşitliğin teminatı HUKUK ve Hukuk cihazının yüksek kurumlarıdır.

YÜKSEK SEÇİM KURULU 
BAŞKANLIĞINA
ANKARA
Bilindiği üzere 10 Ağustos 2014 tarihinde Cumhurbaşkanlığı seçiminin birinci turu yapılacaktır. Kurulunuzca belirlenen seçim takvimine göre, “Kamu Görevlisi olan adaylar; adaylıklarının kesinleştiği 11 Temmuz 2014 Cuma günü mevcut görevlerinden istifa etmiş sayılırlar” denilmektedir. Oysa 01 Temmuz 2014 tarihi itibariyle aday olduğunu açıklayan Başbakan Recep Tayip Erdoğan ve AKP yetkilileri, 61. Hükümetin Baş Bakanı Erdoğan’ın istifa etmesinin gerekmediğini iddia ve ifade etmiş bulunmaktadırlar. (01/02 Temmuz 2014)
Şu hale nazaran: Türkiye Cumhuriyeti Baş bakanı sıfatıyla “kamu ita ve icra amirliği” makamı ile iştigal eden biri, kamu görevlisi midir?, görev, yetki ve sorumluluğu gereği, tüm kamu dairelerine, memur, işçi ve çalışanlarına emir veren birinin “kamu görevlisi” olmaması kabil ve mümkün değildir. Böyle bir çelişki ileri sürülemez, tasavvur bile edilemez...
Kaldı ki; 59., 60. ve 61. hükümetlerin başı namı ve “kamu görevlisi” sıfatıyla Recep Tayip Erdoğan’ın bu sıfatı, defalarca Türkiye Cumhuriyeti Mahkemelerince kabul ve karara bağlanıp buna göre: “Başbakan’a, yayın yoluyla hakaret edildiği gerekçesiyle TCK 125/3.a maddesine göre defalarca para cezası hükmedilmiş” olmakla;
(1)- Adıyaman-Gölbaşı Sulh Ceza Mahkemesinin 2013/229 Karar ve 2014/78 Esas No ile (2)- İzmir-Tire Sulh Ceza Mahkemesinin 2014/82 Karar ve 2014/279 Esas sayılı kararları ile sabit bu husus.; Asli Yargı tarafından hiçbir kuşkuya yer vermeyecek sarahatte kabul, ilân, ikrar, tescil ve ispat edilmiş bulunmaktadır.
Ayrıca, 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu, 4. Maddesi’nde, Devlet Memuru (kamu görevlisini) şöylece tanımlamaktadır: Mevcut kuruluş biçimine bakılmaksızın, devlet ve diğer kamu (kurum ve kurul) tüzel kişiliklerince genel idare esaslarına göre yürütülen aslî ve sürekli kamu hizmetlerini ifa ile görevlendirilenler, bu kanunun uygulamasında memur sayılır.”
Baş Bakan ve Bakanlar Kurulu üyeleri; Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 8, 10, 40, 104 ve 109. madde hükümleri dairesinde Cumhurbaşkanı tarafından “atama yoluyla” yetkili ve görevli kılınarak vazife tevdii edilir. Bu görevlerin seçilmişlikle doğrudan ilgisi yoktur; Zira seçilmemiş olanlar da aynı usul ve esaslara göre atanmak suretiyle görevlendirilebilirler. 
Dahası: (1) Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 25.11.1985 tarih 410/595 sayılı kararında;
“TCK’nın 279. Maddesine göre memur, Devlete ait bir iktidar ve yetkiyi kullanarak hukuksal işlem veya eylemin uygulanmasını gerçekleştirenlerle, bu hukuksal işlem ve eylemin (şahsen) uygulanmasına kamu hukuku usulüne uygun bir şekilde katılan ve yardım edenlerdir.”
(2) 6136 Sayılı Kanuna dayanılarak 21. 03. 1991 yıl ve 91/1779 sayı ile çıkartılan Bakanlar Kurulu Kararına göre: Ateşli Silahlar ve Bıçaklar Hakkında Yönetmeliğin (a) bendi; “Kanunun 7. ci Maddesinin birinci fıkrasının (1) , (2) numaralı bentlerinde sayılanlar ile (3) numaralı bendi uyarınca “silah taşımalarına karar verilen Kamu Görevlileri”:
“Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar ve Yasama Organı Üyeleri ve bu görevlerde bulunmuş olanlar…” denilmektedir. Dolayısıyla, “Kamu Görevlileri” söylemi; Nerede, hangi anlam, bağlam ve kapsamda kullanılırsa kullanılsın, sonuçta çeşitli kamu kuruluşlarında çalıştırılan ve hukuki durumları birbirinden farklı olan tüm görevlileri içine almaktadır. Yani “Kamu Görevlileri” tanımı ve kapsamına Cumhurbaşkanından, kamuya ait herhangi bir kurum, kuruluş ya da fabrikada işçi olarak çalışan kimseye kadar herkes girmektedir.
Nihayet: Anayasamızın 39, 40, 71 ve 137. Maddelerinde vazedilen “Kamu görev ve hizmetlerinde bulunanlar”, “Resmi Görevliler”, “Kamu hizmetine girenler”, “Kamu (kurumu) hizmetlerinde herhangi bir sıfat ve suretle çalışmakta olan kimse” deyimleri de, bu anlam ve kapsamda “KAMU GÖREVLİLERİNİ” ifade eder.
Netice Olarak: Seçimlerin tartışılmaz; Demokrasi, Adalet ve Hukukun vazgeçilmez, mutlak ilkesi olan eşitlik, dürüstlük ve şeffaflık gereği, Başbakan Erdoğan’ın, C. Başkanlığı adaylığının kesinleştiği 11.Temmuz.2014 tarihinden itibaren, istifa etmiş sayılacağının karara bağlanmasını; Saygılarımla arz, adalet, eşitlik ve hukukun tecelli ettirilmesini talep eylerim. 
Mustafa Nevruz SINACI
[Not: İş bu dilekçe: 04.07.2014 tarih ve 17481 sayı ile YSK Başkanlığına teslim edilmiştir]

3 Haziran 2014 Salı

ATİNALILAR VE SOKRATES'İN TARİHİ (EFSANEVİ) SAVUNMASI...

SOKRATES’İN SAVUNMASI
(I)
Atinalılar! Beni suçlayanların üzeriniz-deki tesirini bilemiyorum; fakat sözleri o kadar kandırıcı idi ki ben kendi hesabıma onları dinlerken az daha kim olduğumu unutuyordum. Böyle olmakla beraber, inanın ki doğru tek söz bile söylememiş-lerdir. Ancak, uydurdukları birçok yalan-lar arasında, beni usta bir hatip diye gös-tererek sözlerimin belagatine* (Konuyu bütün yönleriyle kavrayarak hiçbir yanlış ve eksik anlayışa yer bırakmayan, yorum gerektirmeyen, yapmacıktan uzak, düzgün anlatma sanatı.) kanmamak için sizi uyanık bulunmaya davet etmelerine çok şaştım. Ağzımı açar açmaz hiç de güzel söyleyen bir adam olmadığım meydana çıkacak, yalancılıkları elbette anlaşı-lacak olduğu halde, bunu söylemek için insan doğrusu çok utanmaz olmalı. Eğer onlar her doğru söyleyen adama hatip diyorlarsa, diyeceğim yok. Bunu demek istiyorlarsa ben hatip olduğumu kabul ederim; ama onların anladığından bam-başka manada. Herhalde, demin de dediğim gibi, söylediklerinde doğru bir taraf hemen hemen yoktur; ben ise size bütün hakikati söyleyeceğim. Fakat Atinalılar, ben onlar gibi baştanbaşa parlak ve gösterişli sözlerle bezenmiş hazır bir nutuk söyleyecek değilim; Tanrı korusun. Hayır, şu anda iyi kötü dilim döndüğü kadar söyleyeceğim; çünkü bütün diyeceklerimin doğru olduğuna inanıyorum. İçinizde kimse benim doğrudan başka bir şey söyleyeceğimi sanmasın. Toy delikanlılarımız gibi huzurunuzda birtakım süslü cümlelerle konuşmak, benim yaşımdaki bir adama yakışmaz. Sizden yalnız şunu dileye-ceğim: kendimi savunurken öteden beri alışık olduğum gibi konuştuğumu, agorada, sarraf tezgâhlarında, o gibi yerlerde nasıl konuşursam burada da öyle konuştuğumu görürseniz şaşırmayınız, o yüzden de sözümü kesmeyiniz. Çünkü ben yetmişimi aştığım halde ilk defa olarak yargıç huzurunda bulunuyorum; bu yerin diline bütün bütüne yabancıyım. Bunun için, bir yabancının ana deli ile kendi yurdu adetlerine göre konuşmasını nasıl tabii karşılarsanız beni de tıpkı bir yabancı sayarak alışık olduğum gibi konuşmama müsaade ediniz. Bu dileğimi yersiz bulmayacağınızı umarım. Söyleyiş iyi veya kötü olmuş, bundan ne çıkar? Siz yalnız benim doğru söyleyip söylemedi-ğime bakiniz, asıl buna önem veriniz. Zaten yargıcın asıl meziyeti (üstünlüğü) buradadır; nasıl ki hatibinki de doğruyu söylemektir.
Atinalılar! Önce bana yönelmiş olan daha eski suçlamalara ve beni çok daha eskiden beri suçlayanlara cevap vermek isterim, bundan sonra daha yenilerine cevap vereceğim.
Çünkü Atinalılar, yıllardan beri haksız yere beni size karşı suçlayıp duran birçok kimseler olmuştur; Anytos ile arkadaşları benim için daha az tehlikeli olmamakla beraber, ben bunlardan daha çok korkarım. Evet, yargıçlarım, bunlar daha tehlikelidirler; çünkü bunlar birçoğu-nuzu(n) ta çocukluğunuzdan beri yalanlarla kandırarak güya göklerde olup bitenlerle uğraşan, yerin altında neler geçtiğini araştıran, yanlışı doğru gibi göstermeyi beceren, Sokrates adlı bir bilgin olduğuna sizi inandırmışlardır. Beni suçlayanlar içinde en çok korktuklarım, 2  işte bu masalı yayanlardır; çünkü bunları dinleyenler, bu gibi meselelerle uğraşanlar tanrılara inanmaz sanıyorlar. İnanınız, bu adamlar çoktur; eskiden beri beni bununla suçluyorlar. Üstelik bunları, çocukluğunuzda olsun, gençliğinizde olsun, daha çok tesir altında kala-bileceğiniz çağlarda iken, kulaklarınıza doldurmuşlardı. Hem bu suçlamalar, karşılarında kendilerine cevap verecek kimse olmadan, benim arkamdan oluyordu. Bir komedi yazarını bir yana bırakırsak, ötekilerinin adını ne biliyorum, ne de size söyleyecek durum-dayım, işin en korkunç tarafı işte bu. Kıskançlıkları, kötülükleri yüzünden, bazen ilkin kendilerini bile inandırmaya kadar vararak, sizi bütün bu suçlamalara inandıran bu adamlar, uğraşılması en güç olanlardır, çünkü bunları ne buraya getirmek ne de söylediklerini çürütmek mümkündür. Bu yüzden kendimi savunurken sadece gölgelerle çarpışmak, karşımda cevap verecek biri olmadan iddialarının yanlışlığını göstermek zorunda kalıyorum. O halde, demin de dediğim gibi, düşmanlarımın iki çeşit olduğunu görüyorsunuz: bir beni şimdi suçlayanlar, bir de eskiden suçlamış olanlar. Umarım ki, ilkin ikincilere cevap vermemi siz de yerinde bulursunuz; çünkü bunları hem ötekilerden daha önce, hem de daha sık duymuşsunuzdur.
O halde, Atinalılar, artık savunmama başlayabilirim. Yıllardan beri kafanızda kökleşmiş olan bir suçlamayı kısa bir zamanda söküp atmaya çalışmalıyım. Eğer hakkımda ve hakkınızda hayırlı ise, bunu başarmayı ve kendimi temize çıkarmayı temenni ederim. Ama bunun kolay bir iş olmadığını da iyice biliyorum. Her ne ise, bunu Tanrının buyruğuna bırakalım; bana düşen vazife, kanunun emrine göre kendimi savunmaktır.
Baştan başlayarak, benim kötülen-meme yol açan ve Meletos'u bu davayı aleyhime açmaya cesaretlendiren suçla-manın ne olduğunu araştıralım. Bir defa, bana iftira edenler bakalım ne diyorlar. Beni dava ettiklerini farz ederek bun-ların suçlamalarını şöyle kısaca bir toplayacağım: “Sokrates kötü bir insan-dır: yeraltında, gökyüzünde olup biten-lere karışıyor, eğriyi doğru diye göste-riyor, bunları başkalarına da öğretiyor.” Suçlamanın aşağı yukarı özü bu. Aristophanes'in komedyasında gördüğü-nüz gibi: sahnede Sokrates adlı bir adam dolaştırılıyor, havada gezdiğinden, benim hiç ama hiç anlamadığım şeylerden dem vurarak bir sürü saçma sapan sözler söylüyor. Bunu, böyle bir bilgisi olanlar varsa onları küçültmek için söylemiyorum. Meletos'un bana açtığı bu davadan kurtulamayayım ki, Atinalılar, gerçekte benim bunlar üzerinde en küçük bir fikrim bile yoktur. Burada bulunanların çoğu bunun doğru-luğuna şahittir, onlara hitap ediyorum: beni dinleyenler, içinizde bu meseleler hakkında şimdiye kadar tek söz söyle-diğimi bilen varsa buradakilere söylesin. Cevaplarını istiyorsunuz. Suçlamanın bu kısmına verdikleri bu cevap karşısında, geri kalanının doğruluğu hakkında da bir hüküm verebilirsiniz. Bunun gibi, benim para ile ders vermekte olduğuma dair dolaşan sözün de hiç bir temeli yoktur, bu da ötekiler kadar asılsızdır. 3
Doğrusu, bir kimsenin insanlara gerçekten bir şey öğretmesi mümkün olsaydı, buna karşılık para alması bence o kimse için bir şeref olurdu. Leontinoi'li Gorgias gibi, Keos'lu Prodikos gibi, Elis'li Hippias gibi şehir şehir gezerek ders veren gençlerin kendi hemşeh-rilerinden parasız ders almaları pekâlâ mümkün iken, onları bu hemşerilerinden ayırarak kendilerine çekecek kadar kandıran, dersleri için para almakla kalmayıp üstelik bu parayı lütfen kabul ettiklerinden dolayı bir de teşekkür ettiren kimseler var! Şimdi Atina’da Paros'lu bir bilgin varmış. Bu adamı öğrenişim şöyle olmuştu: bir gün, bilgicilerin (sofist) uğruna dünya kadar para harcayan Hipponikos oğlu Kallias'a rastlamıştım: bu zatın iki oğlu olduğunu biliyordum, onun için kendisine sordum: “Kallias, dedim, iki oğlun olacağına iki tavuğun veya buzağın olsaydı, bunları, eline verecek birini bulmakta zorluk çekmezdik; onları kendi tabiatlarının (huy) mümkün kıldığı ölçüde yetiştirecek ve olgunlaştıracak bir seyis veya bir çiftçi tutardık; fakat mademki birer insandırlar, onları kimin eline vereceğini biliyor musun? Onları bir insan ve bir yurttaş olarak yetiştirecek biri var mıdır? Herhalde, senin oğulların olduğuna göre bu meseleyi düşünmüşsündür? Ne dersin, böyle bir kimse var mı?” Kallias bana, “evet vardır” dedi. “Öyleyse kim? nereli? Derslerini kaça veriyor?” diye sorunca, “Paros'lu Evenos, dersine beş mina* (Eski Helen parası.) alıyor” cevabını verdi. O zaman kendi kendime düşündüm ve dedim ki: Evenos gerçekten böyle bir bilgin ise, bu bilgisini bu kadar ucuza öğretiyorsa, doğrusu bahtiyarmış. Bende de böyle bir bilgi olsaydı, gerçekten ben de gurur ve sevinç duyardım; fakat Atinalılar, doğrusu benim böyle bir bilgim yoktur.
Belki içinizden biri bütün bunlara karşı diyecek ki: “Sokrates, bunların hepsi güzel ama uğradığın bu suçlamalar nereden çıkıyor? Herhalde alışılanın dışında bir şey yapmış olacaksın ki aleyhine bu gibi suçlamalar var. Sen de herkes gibi olaydın bütün bu dedi kodular çıkmazdı; o halde, hakkında acele bir hüküm vermemizi istemiyorsan bite bunların sebebini anlat.”
Bu itirazın haklı ve yerinde olduğunu kabul ederim; onun için ben de size bu kötü şöhretimin nereden çıktığını anlatacağım. Lütfen dikkatle dinleyiniz. Bazılarınız belki şaka ediyorum sanacak; ama inanın ki tamamıyla doğru söylüyorum. Atinalılar, bu şöhret bende bulunan bir nevi bilgiden, sadece ondan çıkmıştır. Bunun ne biçim bir bilgi olduğunu sorarsanız derim ki “bu, herkesin elde edebileceği bir bilgidir” ben de ancak bu manada bilgim olduğunu sanıyorum. Hâlbuki sözünü ettiğim kimselerin bende olmadığı için size anlatamayacağım insanüstü bilgileri var. Benim böyle bir bilgim olduğunu söyleyen yalan söyler, bana iftira eder. Atinalılar, size belki mübalağa (abartı) ediyorum gibi gelecek, fakat sözümü kesmemenizi dilerim. Çünkü size şimdi söyleyeceğim sözler benim sözlerim değildir. Size güvenilir bir şahit göstereceğim. Benim bir bilgim varsa, bunun nasıl bir bilgi olduğunu Delphoi tanrısından dinleyin Khairephon'u tanırsınız; çok eski bir arkadaşımdı, 4
sizin de dostunuzdu, geçen sürgünde o da sizinle birlikteydi, dönerken de birlikte gelmiştiniz. Khairephon'un huyunu bilirsiniz, kafasına koyduğu şeyi muhak-kak yapardı. Bir gün
Delphoi'ye gitmiş -lütfen sözümü kesmeyiniz-, benden daha bilgin bir kimse olup olmadığını tanrıya çekin-meden sormuş; Python'lu tanrı-sözcüsü de benden daha bilgin bir adam olmadığını söylemiş. Khairephon bugün sağ değil, ama kardeşi burada mahke-mededir, söylediklerimin doğruluğunu tasdik edebilir.
Bunu size sırf bu kötü şöhretimin nereden çıktığını göstermek için söylüyorum. Tanrının bu cevabını öğrenince düşündüm: Tanrı bu sözüyle ne demek istemiş? Bu muamma nedir? Çünkü az olsun, çok olsun, bende böyle bir bilgi olmadığını biliyorum. Böyle olduğu halde insanların en bilgini olduğumu söylemekle ne demek istiyordu? Tanrı yalan söylemez, yalan onun özü ile uzlaşır bir şey değil. Ne demek istediğini uzun zaman düşündüm; en sonunda için aslını bir deneyim dedim. Bilgisi belli birini bulup Tanrıya gider, sözünü çürütmek için derim ki: İşte benden daha bilgili bir adam; oysaki sen benim için en bilgili demişsin. Bunun üzerine bilgisi ile ün almış birine gittim, kendisine iyice baktım. Adı lazım değil, denemek için seçtiğim bu adam devlet işleriyle uğraşır. Vardığım sonuç şu oldu: bu adam çok kimselere, hele kendisine bilgin gözüküyor ama gerçekten hiçbir bilgisi yok. Bunun üzerine kendisini bilgin sandığını, hakikatte ise olmadığını anlatmaya çalıştım. Bunun sonucu, onun da, üstelik orada bulunup beni dinleyen birçok kimselerin de düşmanlığını kazanmak oldu. Yanından ayrılırken kendi kendime dedim ki: doğrusu belki ikimizin de iyi, güzel bir şey bildiğimiz yok; ama gene ben ondan bilginim; çünkü o hiçbir şey bilmediği halde bildiğini sanıyor; ben ise bilmiyorum ama bildiğimi de sanmıyorum. Demek ben ondan biraz bilgiliyim, çünkü bilmediklerimi bilirim sanmıyorum. Bundan sonra başka birine, daha da çok bilgili tanınan başka birine gittim. Gene o sonuca vardım; onun da, daha birçoklarının da düşmanlığını kazandım.
Böylece, kendime birçok düşmanlar edindiğimi bile bile, birini bırakıp ötekine gidiyor, gittikçe umutsuzlaşıyor ve kederleniyordum. Artık boynumun borcu oldu, her şeyden önce tanrının sözünü göz önünde tutmalıyım, diyor-dum. Bilgili denen kim varsa ona başvurarak Tanrının ne demek istediğini anlamam gerekti. Size doğruyu söyle-meliyim. Atinalılar, köpek hakki için, bütün o araştırmalarımda baktım, asıl bilgisizler, bilgilidir diye tanınmış olanlar! Boştur denenlerde ise daha çok akıl var. Size bütün o dolaşıp durma-larımı anlatayım, Atinalılar: o kadar didindim, tanrının sözünü çürütemedim. Devlet adamlarından sonra tragedya yazanlara, dithyrambos şairlerine, her çeşidinden şairlere başvurdum. Kendi kendime, artık bu sefer göreceksin, kendinin onlardan çok daha bilgisiz olduğunu anlayacaksın, diyordum. Yazılarından bence en işlenmiş parçaları seçtim, ne demek istemiş olduklarını gidip kendilerinden sordum,5
bir şey öğreneceğimi umuyordum. Yargıçlar, inanır mısınız? Doğruyu söylemeye utanıyorum; ama söylemeli-yim. O şairlerin, eserleri hakkında dedikleri, orada bulunan hemen herkesin diyebileceğinden daha iyi değildi. O zaman anladım ki şairler eserlerini bilgilerinden değil, bir çeşit içgüdü ile Tanrıdan gelme bir ilhamla yazıyorlar, tıpkı bir sürü güzel şeyler söyleyip de dediklerinden bir şey anlamayan tanrı-sözcüleri, biliciler gibi. Şairler için de öyle olduğunu gördüm; üstelik onlar, kendilerinde şairlik var diye, bilmedikleri şeylerde de insanların en bilgini olduklarını sanıyorlar. Yanlarından ayrılırken anlamıştım ki, devlet adamları karşısında nasıl bir üstünlüğüm varsa, onlardan da böylece üstünüm.
En son, ustalara gittim: çünkü kendimin bir şey bilmediğimin farkında olduğum gibi, onların da hem çok, hem iyi şeyler bildiklerine emindim. Bu sefer aldanmamışım; onlar benim bilmediğim birçok şeyleri gerçekten biliyorlardı ve bunda hiç şüphesiz benden daha bilgin idiler. Ama Atinalılar, gördüm ki iyi ustalarda da şairlerdeki kusur var; kendi işlerinin eri oldukları için en yüksek şeylerden de anladıklarını sanıyorlar, böyle sandıkları için de asıl bilgileri gölgede kalıyordu, o kadar ki Tanrının sözüne geldim, onlar gibi bilgin, onlar gibi de bilgisiz olmaktansa, bilgilerini de, bilgisizliklerini de edinmeyip olduğum gibi kalmak daha iyi değil mi? diye düşündüm; gerek kendime, gerek Tanrı sözüne cevap vererek, benim için olduğum gibi kalmak daha iyi, dedim.
Atinalılar, bütün bu araştırmalarım birçok düşmanlar, hem de en kötü, en tehlikeli soyundan düşmanlar edinmeme sebep oldu; birçok iftiralara yol açtı; adim bilge diye çıktı, çünkü beni dinleyenler, başkalarında bulunmadığını gösterdiğim bilginin bende bulunduğunu sandılar. Asıl bilen, Atina yargıçları, belki yalnız Tanrıdır; o sözü ile de insan bilgisinin büyük bir şey olmadığını, hatta hiçbir şey olmadığını göstermek istemiştir; Sokrates demiş olması ancak bir söz gelişidir; "ey insanlar! Aranızda en bilgesi, Sokrates gibi bilgeliğinin gerçekte bir hiç olduğunu bilendir" demek istemiş. İşte böylece Tanrının sözünü düşünerek yer yer dolaşıyor, yurttaş olsun, yabancı olsun, bilge sandığım kimi bulursam konuşup soruyorum; bilge olmadıklarını anla-yınca da, Tanrı sözüne hak vererek bilge olmadıklarını kendilerine gösteriyorum. Bu iş bütün vaktimi alıyor, bu yüzden devlet işleriyle de, kendi işlerimle de iyice uğraşacak vakit bulamıyorum; o kadar ki, Tanrıya hizmet edeyim diye yoksul kaldım.
Dahası var: birtakım gençler kendilik-lerinden başıma toplanıyor; babaları zengin, vakitleri bol; ben önüme aldığım adama sorular sorarken durup dinliyor-lar; üstelik bilgiçlerin sorguya çekilme-sini dinlemekten hoşlanıyorlar, çok defa bana benzeyerek kendileri de başkalarını denemeye kalkışıyorlar; az bir bilgiyle hatta büsbütün bilgisiz, kendilerini bilgin sananlar sayısız: bunu o delikan-lılar da buluyorlar. Sıkıştırdıkları adam-lar kendilerine kızacaklarına bana kızı-yor, “ah! bu alçak Sokrates! gençleri baştan çıkarıyor!..” diyorlar.6
Hâlbuki biri çıkıp da kendilerine sorsa “peki ama bunun için ne yapıyor? Ne öğretiyor?” dese ne cevap vereceklerini bilmezler; fakat şaşkınlıklarını belli etmemek için de her zaman filozoflara karşı çevrilen “bulutlarda, yerin dibinde olup bitenleri öğretmek”, “tanrılara inanmamak”, “iyiyi kötü göstermek” gibi beylik sözleri sayıp dökerler; çünkü bir şey bilmedikleri halde biliyor görünmek istemelerinin açığa vuruldu-ğunu söylemeğe bir türlü dilleri varmaz. Onlar ille iyi tanınacağız, sözümüz geçecek diyen, hem de kalabalık insanlardır; benim sözüm açılınca, bir ağızdan konuşup karşıla-rındakini kandırmayı bildikleri için, öteden beri, ağır iftiralarla kulak-larımızı doldurdular, gene de dolduru-yorlar. Meletos'a Anytos'a, Lykon'a, bana saldırmak cesaretini veren, işte bu iftiralardır. Meletos, şairlerin, Anytos, ustalarla politikacıların, Lykon da hatiplerin kinlerine tercüman olmuştur. Sözüme başlarken de dediğim gibi, böyle kök salmış bir iftiradan kendimi böyle az bir zamanda temize çıkarabile-ceğimi ummam. İşte, Atinalılar, size doğruyu söyledim; büyük, küçük, bir şeyi saklamadım, bir şeyi değiştir-medim. Biliyorum ki bu yüzden yine garazlarına uğrayacağım; bu da gösterir ki ben doğruyu söylüyorum, bana iftira ediliyor, sebebi de budur. Simdi arayın, sonra arayın, bulacağınız hep budur.
Beni suçlayanların birincilerine karşı bu kadar savunma yeter; şimdi ikin-cilere dönüyorum. Bunların başında Meletos, kendi sözüyle, iyi, yurdunu gerçekten seven Meletos var. Bunlara karşı da kendimi savunmaya çalışa-cağım. Nelerden şikâyet ettiklerini bir okuyalım. Aşağı yukarı şöyle deniyor: Sokrates, gençleri doğru yoldan ayırmakla, devletin tanrılarına inanma-makla, bunların yerine yeni yeni tanrılar koymakla suçludur. İşte bana yükledikleri suçlar; bunların hepsini ele alalım.
Gençleri doğru yoldan ayırmak sucunu işliyormuşum, ben de iddia ediyorum ki Meletos ciddi şeyleri alaya alarak herkesle eğlenmekten, gerçekte üzerinde hiç uğraşmadığı işlere güya taassup (bağnazlık) ve ilgi göstererek herkesi mahkemeye sürüklemekten suçludur. Bunun böyle olduğunu size ispata çalışacağım.
Meletos, şöyle gel, bana cevap ver:
- Gençlerimizin mümkün olduğu kadar erdemli olmalarına çok önem veriyor-sun, değil mi?
- Tabii veriyorum.
- O halde, onları daha iyi kılanın kim olduğunu da yargıçlara söyle. Mademki onları doğru yoldan ayıranı meydana çıkarmak zahmetine katlan-mışsın ve yargıçların karşısında beni göstererek bu suçlunun ben olduğumu iddia ediyorsun, o halde şunu da bilmen gerekecektir. Onları terbiye edenler kim yargıçlara adları ile söyle… Gördün mü Meletos, susu-yorsun işte. Bir şey söylemiyorsun ama bu susman, senin için utanılacak bir şey değil mi? Mesele ile hiçbir ilişiğin yoktur dememin bu, açık bir kanıtı değil mi? Söyle dostum, söyle, gençleri daha iyi kılan nedir?
- Kanunlar. 7
- Fakat, delikanlım, bu benim soruma cevap değil ki. Ben şunu bilmek istiyorum: her şeyden önce bu kanunları bilen kim?
- İşte bu mahkemedeki yargıçlar. Sokrates.
- Ne dedin? Nasıl, Meletos? Onlar gençleri yetiştirebilir, daha iyi kılar mı diyorsun?
- Elbette.
- Hepsi mi, yoksa bazıları mı?
- Hepsi.
- Ira* (Hera-Zeus’un kız kardeşi) hakkı için ne güzel söz! Demek gençleri daha iyi kılanlar birçok kimselermiş. O halde, söyle bakalım, burada bizi dinleyenler de gençliği terbiye ediyorlar mı?
- Evet onlar da.
- Peki, ya bule* (Atina senatosu) üyeleri?
- Onlar da.
- Acaba ekklesia'da* (Halk meclisi) top-lanan yurttaşlar gençliği doğru yoldan ayırıyorlar mı, yoksa onlar da terbiye mi ediyorlar dersin?
- Onlar da terbiye ediyorlar.
- O halde, benden başka, bütün Atina’ lılar onları güzel ve iyi kılıyorlar; onları yalnız ben doğru yoldan ayırıyorum. İddian bu değil mi?
- Tam işte bu.
- Sen haklı isen, ben gerçekten, çok bahtsız bir adamım. Ama tut ki sana şöyle bir şey soruyorum; acaba sana göre atlar için de böyle mi? Atlara da herkesin, iyilik ettiğine, yalnız bir kimsenin kötülük ettiğine inanıyor musun? Hakikat bunun tam yersi değil mi? Atları, bir veya birkaç kişi, yani seyisler terbiye edebiliyor; kullananlar ise onları bozuyorlar, değil mi? Atlar için de, başka hayvanlar için de böyledir, değil mi Meletos? Bu, şüphesiz böyledir.; Anytos ile sen ne derseniz deyiniz, gençleri yalnız bir kişinin yanlış yola sürüklediği, ondan başka herkesin daha iyi kıldığı doğru olsaydı, bu onlar için gerçekten eşsiz bir bahtiyarlık olurdu. Ama hayır Meletos, gençler üzerinde hiç kafa yormadığını yetecek kadar gösterdim; senin kayıtsızlığın, bana karşı çevirdiğin şeyleri hiç umursamamış olmandan da açıkça anlaşılıyor.
Şimdi sana bir sorum daha var, Zeus hakkı için cevap ver; Sence kötü kimselerle birlikte yaşamak mı, yoksa iyi kimselerle birlikte yaşamak mı daha iyi?... Cevap versene dostum; zor bir şey sormuyorum. İyi insanlar yanların-dakilere hep iyilik, kötüler de kötülük ederler, değil mi?
- Şüphesiz.
- Şimdi, bir arada yasadığı kimselerden, faydalanan çok zarar görmek isteyen var mı?.. Cevap ver, dostum, kanun, cevap vermeni emrediyor. Zarar görmek isteyecek kimse var mıdır?
- Elbette yoktur.
- Peki, gençleri doğru yoldan çıkarıyor, kötülüğe götürüyor diye beni suçlu-yorsun; Bence ben bu suçu bilerek mi, bilmeyerek mi isliyorum?
- Bilerek diyorum.
- Demek ki, Meletos, iyilerin, yanların-dakilere iyilik, kötülerin ise kötülük ettikleri şu genç yaşında (8)  senin yüksek zekanca bilinen bir gerçek olduğu halde, ben bu yasımda, birlikte yasamak zorunda olduğum bir kimseyi doğru yoldan ayırırsam, ondan bana zarar geleceğini bilmeyecek kadar karanlık ve bilgisizlik içindeyim; hem de bunu, iddiana göre, bile bile yapıyorum. Meletos, buna ne beni inandırabilirsin, ne de başkalarını.
Öyleyse ya ben onları doğru yoldan çıkarmıyorum yahut da çıkarıyorsam bunu bilmeyerek yapıyorum; her iki halde de yalan söylüyorsun. Bundan başka, işlediğim suç bilmeyerek işlen-mişse, kanun onu suç tanımaz; beni bir kenara çekerek ayrıca hatırlatman ve öğüt vermen gerekirdi; çünkü öğütle, bilmeyerek işlediğim suçu herhalde islemekten vazgeçerdim; hâlbuki sen benimle konuşmaktan, bana öğretmekten kaçındın; bunu istemedin; beni mahke-meye, kanunun, aydınlatılması gereken-leri değil, cezalandırılması gerekenleri gönderdiği mahkemeye sürükledin.
Atinalılar, artik anlaşılıyor ki Meletos bu işlerle, az olsun çok olsun, kafa yormamıştır; ama Meletos sen gene söyle; ben gençleri nasıl yanlış yola sürüklüyorum? Yazdığın suçlamadan anladığıma göre, gençlere devletin tanı-dığı tanrıları tanımamayı, onların yerine başka tanrılara inanmayı öğretiyor-muşum; gençleri bozan derslerim bunlardır, diyorsun, değil mi?
- Evet, bunu bütün kuvvetimle iddia ediyorum.
- Öyleyse, Meletos, sözünü ettiğimiz tanrılar hakkı için ne demek istediğini bana ve bu yargıçlara daha açıkça anlat. Sence ben birtakım tanrılara inanmayı öğretiyormuşum; öyle ise o tanrılara ben kendim de inanıyorum, demek ki büsbütün tanrı bilmez değilim, böyle bir suç işlememişim; simdi sunu anlayalım: sen beni devletin tanrılarını bırakıp başka tanrılara inanmakla mı suçluyorsun yoksa tanrılara büsbütün inanmayıp bunu başkalarına da aşılamakla mı?
- Evet, ben senin hiçbir tanrıya inanmadığını söylüyorum.
- Şaşılacak şey! Meletos, bunu nereden çıkarıyorsun? Herkes gibi, güneşin veya ayın tanrılığına inanmadığımı mı söylemek istiyorsun?
- Emin olun, yargıçlar, inanmaz; çünkü güneşin taş, ayın toprak olduğunu söylüyor.
- Fakat, dostum Meletos, sen beni Anaksagoras sanmışsın da buraya çıkarmışsın. Buradaki yargıçları Klazomenai’li Anaksagoras'ın yazıla-rının bu kuramlarla dolu olduğunu bilmeyecek kadar boş ve cahil mi sanıyorsun? Gençler bu yazıları orkestrada en çok bir drahmiye satın alabilirlerse, Sokrates de bu fikirleri kendine mal edince delikanlılar onunla pekâlâ alay edebilirlerse, bunları neden gelip benden öğrensinler? Doğru söyle Meletos, sen gerçekten benim hiçbir tanrıya inanmadığımı mı sanıyorsun?
- Zeus'a yemin ederim ki, hiç, hiçbir tanrıya inanmıyorsun.
- Buna kimse inanmayacak. Atinalılar, bu Meletos azgının, küstahın biri; beni suçlaması da gençliğinden, hakaret olsun diye. Kim bilir, belki de beni denemek için bu muammayı (bilmece) uydurmuştur. Belki de, kendi kendine, 9
"bakalım bilgin Sokrates işi alaya alıp birbirini tutmaz sözler söylediğimi bulacak, meydana çıkaracak mı, yoksa onu da bizi dinleyenleri de aldatabilecek miyim?” demiştir. Bana öyle geliyor ki suçlamasında bir dediği bir dediğini tutmuyor. Sanki şöyle demiş; "Sokrates, tanrıların varlığına inanmamaktan, tanrılar olduğuna da inanmaktan suçludur”. Buna düpedüz alay derler.
Atinalılar, Meletos'un düştüğü tutmazlıkları benimle beraber gözden geçirin ve sen Meletos, bize cevap ver. Siz de benim ta baştaki dileğimi hatırlayın da alışık olduğum gibi söz söylersem, ses çıkarmayın. Dünyada bir kimse var mıdır ki, Meletos, insanlık işler olduğuna inansın da insanlar bulunduğuna inanmasın? Şunu söyleyin Atinalılar, kaçamaklı yollara sapmadan bana cevap versin. Bir adam bulunur mu ki at yoktur ama atın kullanıldığı işler vardır, flavtacılar yoktur ama flavtacılık vardır desin? Bulunmaz, dostum, bulun-maz. Mademki sen cevap vermekten kaçınıyorsun, sana da buradakilere de cevabı ben vereyim; ama hiç olmazsa şuna cevap ver; bir kimse var mıdır ki tanrılık işlere inansın da tanrılara inanmasın? Daimon'lara (ruhlar ve cinler) inan-masın da Daimonların kuvvetine inansın?
- Hayır, yoktur.
- Çok şükür, yargıçların zoruyla ağzın-dan bu cevabi alabildim. Demek daimonluk işlere, bu işler yeni olsun eski olsun, inandığımı ve bunları öğret-tiğimi iddia ediyorsun. O halde, söylediğine göre, ben daimonluk işlere inanıyorum. Suçlamanda buna yemin bile ediyorsun. Bu işlere inanıyorsam, onların var varlığına da ister istemez inanmam gerekir, öyle değil mi? Hiç şüphesiz, cevap vermediğine göre senin de ayni fikirde olduğunu kabul ediyorum. Peki, Daimonları tanrı veya tanrı okulları olarak alabiliriz, değil mi?
- Evet, şüphesiz.
- Öyle ise, söylediğim gibi, Daimonların varlığına inanıyorsam, öte yandan da, ne adla olursa olsun, Daimonlar bir nevi tanrı iseler, muammalar (bulmaca) çıkarıyorsun ve bizimle eğleniyorsun demekte haksız mıyım? Hem tanrılara inanmadığımı iddia ediyorsun, hem de biraz sonra Daimonlara inandığımı söylemekle tanrılara inandığımı kabul etmiş oluyorsun! Denildiği gibi Daimonlar, tanrıların nymphalar! veya başka analardan doğan piçleri iseler, tanrılar olmadığı halde, tanrıların çocukları olduğuna kim inanabilir? Bu katırın, eşekle atın çocuğu olduğuna, fakat eşeğin de atın da var olduğuna inanmamak kadar yersiz olur. Hayır, Meletos, sen bütün bu saçmaları ya beni denemek için kasten çıkarmış-sındır yahut da bana karşı ciddi bir suç bulamadığından suçlamana koydun. Fakat inan ki, aynı bir kimsenin daimonluk işlere inandığı halde, Daimonlara, tanrılara, kahramanlara inanmayacağına biraz anlayışı olan hiçbir kimseyi inandıramazsın.
Meletos'un suçlamalarına yeter ölçüde cevap verdim sanıyorum, daha fazla savunmama gerek yoktur. Bununla beraber, üzerime ne kadar çok kin çekmiş olduğumu düşünüyorum ve hüküm giymem gerekirse, 10
beni yok edecek olanın bu olduğunu, onun Meletos, Anytos değil, şimdiye kadar birçok iyi insanların ölümüne sebep olmuş, belki ileride de olacak olan iftira ve çekememezlik olduğunu düşünü-yorum; çünkü bu kurbanların sonuncusu herhalde ben olmasam gerek.
Belki biri şöyle diyecek: “Sokrates, seni böyle vakitsiz bir sona sürükleyen bir ömürden utanç duymuyor musun? Bana bunu soracak olana açıkça cevap verebilir ve diyebilirim ki: dostum, yanlıyorsun. Değeri olan bir kimse, yaşayacak mıyım yoksa ölecek miyim diye düşünmemelidir; bir iş görürken yalnız doğru mu eğri mi hareket ettiğini, cesaretli bir adam gibi mi yoksa tabansızca mı hareket ettiğini, düşün-melidir. Hâlbuki sizin özünüzde, Troia'da ölen kahramanların, hele namussuzluğa karşı her türlü tehlikeyi küçümseyen Thetis’in oğlunun bir değeri olmaması lazım. Hektor'u öldürmek için sabırsız-lanırken, anası tanrı ona, yanılmıyorsam, aşağı yukarı şu sözleri söylemişti: “Oğlum, arkadaşın Patroklos'un öcünü alacak ve Hektor'u öldüreceksin, ancak bil ki onun arkasından sen de hemen öleceksin; çünkü tanrı hükmü böyle emrediyor”. Hâlbuki o, bu öğüde aldır-mayıp her şeyi göze alarak, arkadaşının öcünü almadan namussuzca yaşamaya, ölümü ve tehlikeyi üstün gördü: “Burada şu eğri gemilerin yanında, dünyaya lüzumsuz bir yük olarak, maskara gibi durmaktansa, düşmanımdan öcümü alayım, arkasından da öleyim.” dedi. Onun bu hareketinde hiç ölüm ve tehlike korkusu var mıydı? En doğru hareket, Atinalılar, bir kimsenin yeri neresi olursa olsun, ister kendinin seçtiği, ister komutanının gösterdiği yer olsun, tehlike karşısında direnmek; ölümü veya başka tehlikeleri değil, ancak namusu göz önünde bulundurmaktır.
Atinalılar, benim için de bundan başka türlü hareket etmek gerçekten çok garip olurdu; çünkü Potidaia'da, Amphipolis'te, Delion'da seçtiğiniz komutanların gösterdikleri yerde, her türlü ölüm tehlikesi karşısında bütün cesaretiyle duran ben, simdi, kendi fikir ve sanımca, Tanrı tarafından, kendimi ve başkalarını denemek için filozofluk vazifesi ile gönderildiğim zaman, ölüm veya başka bir şey korkusu ile vazifemi bırakıp nasıl kaçardım? Böyle bir hareket gerçekten ağır bir suç olurdu. Kendimi bilge sanarak ölüm korkusu ile Tanrı sözüne baş eğmeseydim, o zaman mahkemeye pek haklı olarak çağrıla-bilir, tanrıların varlığını inkârdan suçla-nabilirdim. Çünkü yargıçlar, ölüm korkusu, gerçekte bilge olmadığı halde kendini bilge sanmak değil midir? Bilinmeyeni bilmek iddiası değil midir? İnsanların, korkularından en büyük kötülük saydıkları ölümün en büyük iyilik olmadığını kim bilir? Bilmedi-ğimiz bir şeyi bildiğimizi sanmak gerçekten utanılacak bir bilgisizlik değil midir? İşte yargıçlar, ancak bu noktada başkalarından farklı olduğuma inanı-yorum. Belki de onlardan daha bilge olduğumu iddia edebilirim: Ben, öteki dünyada olup bitenler hakkında pek az bir şey bildiğim halde, bir şey bildiğime inanmıyorum, fakat tanrı olsun, insan olsun, belki, kendinden daha iyi olanlara haksızlık ve itaatsizlik etmenin 11
bir kötülük, bir namussuzluk olduğunu biliyorum; ben, kötülük olduğunu iyice bildiğim şeylerden korkarım, ama iyilik olmadığını kestirmediğim şeylerden ne korkar, ne de sakınırım. Onun için siz beni simdi serbest bırakıp; Anytos'un size: “Sokrates mademki böyle bir suçla suçludur, ona herhalde ö1üm cezasını vermek gerekiyor, yoksa bütün çocuklarınız onun öğütlerini dinleyerek büsbütün bozulacaklardır” demesine bakmayarak, “Sokrates, biz Anytos'un fikirlerine inanmak istemiyoruz, seni serbest bırakacağız ama bir şartla: artık bir daha böyle herkesi sorguya çekmeyeceğine ve filozofluk etmeye-ceğine söz vermek şartıyla; bunları yapmakla bir daha suçlandırılırsan, öleceksin” derseniz, kurtulmam için ileri sürülebilecek böyle bir şarta karşı derim ki: Atinalılar, size saygı ve sevgim vardır; ancak, ben size değil, yalnız Tanrıya baş eğerim; ömrüm ve kuvvetim oldukça da iyi biliniz ki, felsefe ile uğraşmaktan, karşıma çıkan herkesi buna yöneltmekten, felsefeyi öğretmekten vazgeçmeyeceğim; karşıma çıkana, her zaman dediğim gibi gene şöyle diyeceğim: “Sen ki, dostum, Atinalısın, dünyanın en büyük, kudretiyle, bilgeli-ğiyle en ünlü şehrinin hemşerisisin; paraya, şerefe, üne bu kadar önem verdiğin halde bilgeliğe, akla, hiç durmadan yükseltilmesi gereken ruha bu kadar az önem vermekten sıkılmaz mısın? Kendisiyle münakaşa ettiğim bir adam bu saydıklarıma önem verdiğini söylerse, yakasını bırakacağımı ve salıvereceğimi sanmayınız; hayır, gene soracağım, onu gene sorguya çekeceğim, onunla gene münakaşa edeceğim; erdemli olduğunun bir sözden başka bir şey olmadığını anlarsam, kendisini, değeri büyük olana az değer verdiğinden değeri küçük olana çok değer verdiğinden ötürü utandıracağım Ayni sözleri genç, ihtiyar, yurttaş, yabancı, her kese, hele benim kardeşlerim olduklarından dolayı bütün hemşeri-lerime tekrarlayacağım. Çünkü biliniz, bu bana Tanrının bir buyruğudur; şuna inanıyorum ki şehrimizde, şimdiye kadar Tanrıya benim bu hizmetimden daha büyük bir iyilik edilmemiştir. Çünkü ben, genç, ihtiyar, hepinizi, vücudunuza, paranıza değil, her şeyden önce ruhun en yüksek terbiyesine önem vermeniz gerektiğine kandırmaktan başka bir şey yapmıyorum. Evet, benim vazifem, size para ile erdemin elde edilemeyeceğini, paranın da, genel olsun, özel olsun, her türlü iyiliğin de, ancak erdemden geldiğini söylemektir. Ben bunları öğretmekle gençler doğru yoldan ayırıyorsam, zararlı bir insan olduğumu kabul ederim. Ama biri gelip öğrettiğim şeylerin bunlar olmadığını iddia ederse yalan söylemiş olur. Bu noktada, Atinalılar Anytos'a ister inanın ister inanmayın, hakkımda ister beraat hükmü verin, ister vermeyin; herhalde, iyice bilin ki, bir değil bin kere ölmem gerekse bile, yolumu asla değiştir-meyeceğim.
Atinalılar, sözümü kesmeyiniz, beni dinleyiniz; sonuna kadar dinleyeceğinize söz vermiştiniz, söyleyecek bir şeyim daha kaldı, öyle bir şey ki işitince, korkarım, haykırmak isteyeceksiniz; fakat beni dinlemek sizin için 12
daha hayırlı olacaktır, onun için, çok yalvarırım, sakin olunuz. Bilmelisiniz ki, benim gibi bir adamı öldürmekle, beni değil kendinizi cezalandıracaksınız. Bana kimse, ne Meletos ne de Anytos, zarar verebilir; kötü bir kimse iyi bir adamı nasıl zarara sokabilir? Ancak kendine zarar vermiş olur. Onlarda şüphesiz beni öldürtmek, süründürmek veya hemşerilik haklarından yoksun bırakmak imkânı vardır; onlar herkesle beraber böyle bir cezanın bana karşı büyük bir kötülük olduğunu sanabilirler. Fakat burada onlarla bir düşünemem; çünkü onların şimdi yaptıkları gibi, başka bir kimsenin hayatını haksız yere yok etmek daha büyük bir kötülüktür.
O halde, Atinalılar, siz Tanrının bir vergisi olan beni mahkûm etmekle ona karşı bir günah işlemeyiniz dediğim zaman, sizin sandığınız gibi kendimi değil, sizi düşünüyorum. Çünkü gülünç bir benzetmeye müsaade edin, beni öldürürseniz, hem büyük, hem cins, ama büyüklüğünden dolayı ağır ve dürtülmek isteyen bir ata benzeyen devleti yerinden oynatmak için, Tanrının musallat ettiği benim gibi bir at sineğine kolay kolay bir halef (yerine) bulamazsınız, ben Tanrının, devletin başına musallat ettiği bir at sineğiyim, her gün her yerde sizi dürtüyor, kandırıyor, azarlıyorum; peşinizi bırakmıyorum. Benim gibi bir kimseyi kolay kolay bulamayacaksınız; onun için, size kendinizi benden yoksun bırakmamanızı tavsiye ederim. Belki de, ansızın uykusundan uyandırılan biri gibi, caniniz sıkılarak, Anytos'un öğüdüne uyar, beni kolayca vurup öldürebile-ceğinizi sanır ve Tanrı size acıyıp başka bir at sineği gönderinceye kadar, hayatınızın geri kalanında gene uykuya dalarsınız. Size Tanrı tarafından gönde-rildim demenin ispatini mi istiyorsunuz? Ben başkaları gibi olsaydım, yıllarca sizi erdeme yeltmekle (yöneltmekle), bir baba, bir ağabey gibi teker teker sizin mese-lelerinizle uğraşmakla, kendi işlerimi savsamaz, onlara sabırlı bir seyirci kalmazdım; böyle bir hal, sanırım ki, insan tabiatına (doğasına) uyan bir şey değildir. Bundan bir şey kazansaydım yahut yol gösterme ve aydınlatmalarımın karşılığında para alsaydım, bu hareke-timin belki bir anlamı olurdu; fakat şimdi, kendiniz de görüyorsunuz ki, beni suç-layanların küstahlığı bile bir kimseden para aldığımı veya almak istediğimi söylemeye varamıyor; çünkü bunu hiçbir vakit görmemişlerdir. Bu sözümün doğru-luğuna, yetecek kadar şahitlik edecek bir şeyim var: fakirliğim.
Devlet işlerine girerek fikirlerimi oradan söylemek varken herkese ayrı ayrı öğüt vermeye, başkalarının işlerine karış-maya kalkışmam belki size şaşılacak bir şey gibi gelebilir. Bunun sebebini de söyleyeceğim. Bir tanrının veya tanrısal bir ruhun bana göründüğünden, çok kere ve birçok yerde söz ettiğimi işitmiş-sinizdir. Meletos'un, suçlamasında, bununla alay ettiğini de bilirsiniz. Bir nevi ses olan bu işaret, bana çocuk-luğumda gelmeye başlamıştı; bu ses beni hep göreceğim islerden alıkor, ama yap! diye hiçbir vakit emretmezdi. İşte beni siyasete girmekten alıkoyan da budur. Bu alıkoymanın da çok yerinde o1duğuna inanıyorum. Çünkü Atinalılar, ben siyaset ile uğraşsaydım, besbelli ki çoktan 13
yok olurdum, ne size ne de kendime, hiç bir iyilikte bulunamazdım. Canınız sıkıl-masın ama hakikat sudur ki, devlette görülen birçok kanunsuz, haksız işlere karsı doğrulukla savaşarak size veya herhangi başka bir kurula karşı giden hiçbir kimse ö1ümden kurtulamıyor. Evet, ancak hak yolunda çalışan bir kimsenin, kısa bir zaman olsun yaşaya-bilmesi için devlet adamı değil, sadece yurttaş olarak kalması gerekiyor.
Size, -hem yalnız sözle değil, daha çok değer verdiğiniz işle- söylediklerimi ispat edebilirim. Size başımdan geçen bir olayı anlatayım, o zaman ölüm korkusu yüzünden haksızlığa hiçbir vakit boyun eğmemiş, eğmeye ölümü üstün tutmuş bir adam olduğumu görüsünüz. Size mahkemeler hakkında, belki pek önemli gözükmeyen, ama gerçekten olmuş olan bir şeyi anlatacağım. Atinalılar! Şimdiye kadar üzerime aldığım biricik devlet memurluğu, halk kurulu üyeliği olmuştur: Mensup olduğum Antiokhis oymağı, deniz savaşından sonra ölenlerin cesetlerini toplamayan on komutanın duruşmasında prytaneia makamında bulunuyordu; hepinizin sonraları kabul ettiğiniz gibi, kanuna aykırı olarak onları toptan muhakeme etmeyi ileri sürmüştünüz; o zaman kanuna aykırı olan bu harekete karşı koyan biricik üye ben olmuş, oyumu sizin tarafınıza vermemiş-tim; hatipler beni suçlamakla, hapse sokmakla korkuttukları zaman, sizler bağırıp çağırdığınız zaman, ben ne hapsolmaktan ne de öldürülmekten kor-karak haksızlıklara ortak olmaktansa kanun ve doğruluğun tarafında tehlikeye atılmaya karar vermiştim. Bu olay, şehrimizin demokratlıkla yönetilmekte olduğu zamanlarda olmuştu. Otuz1arin oligarşiliği, iktidarı ele alınca benimle birlikte öbür dört kişiyi Tholos'a çağı-rarak, öldürmek istedikleri Salamin'li Leon'u Salamin'den getirmemizi iste-diler. Bu, onların, işledikleri cinayet-lerden ellerinden geldiği kadar çok kişiyi sorumlu kılmak için verilmiş emirlerinden biriydi. O zaman bu şartlar altında, sözüm caizse, ölüme kıl kadar önem vermediğimi, en çok hatta biricik önem verdiğim şeyin haksızlıktan, günah işlemekten sakınmak olduğunu yalnız sözle değil, edimle de gösterdim. Bu zorlu idarenin kuvvetli kolu haksızlık işletecek kadar beni korku-tamadı; Tholos'tan çıkar çıkmaz öteki dört kişi Salamin'e gidip Leon'u getir-dikleri halde, ben sadece evime döndüm. Belki çok geçmeden Otuzların idaresi sona ermeseydi, bu hareketimi haya-tımla ödeyecektim. Bu sözlerin doğru-luğuna size birçok kimse şahitlik eder.
O halde, siyaset hayatına girdiğim halde, iyi bir adam gibi hep hak gözetir ve tabii olarak doğruluğu her şeyden üstün tutsaydım, şimdiye kadar sağ kalabilir miydim, sanırsınız? Hayır, Atinalılar, hayır; bu ne bana, ne de başka bir kimseye nasip olurdu. Hâlbuki bütün hayatımda; özel olsun, genel olsun, bütün hareketlerimde hiç değişmedim, öğretiliklerimi lekeleyen-lere de başkalarına da, doğruluktan ayrılarak, alçakçasına boyun eğmedim. Devamlı öğrencilerim olduğu iddiası da doğru değildir. Ben, bana düşeni yerine getirmeye çalışırken, genç, ihtiyar, beni dinlemek isteyenleri geri çevirmedim. 14
Bana yalnız para verenlerle konuşmadım; zengin, fakir, herkes bana sorabilir, cevap verebilir, sözlerimi dinleyebilir; fakat bundan sonra, o kimse iyi yahut kötü bir insan olmuş, her ikisini de bana yüklemek haksızlık olur, çünkü ben ona ne bir şey öğrettim, ne de öğreteceğime söz verdim. Bir kimse benden başkalarının işitmediği, ayrı bir şey öğrendiğini veya işittiğini ileri sürerse, biliniz ki, yalan söylüyor.
Öyleyse, birçok kimsenin benimle konuşmak için birçok zamanlarını vermekten hoşlanmalarına sebep nedir? Bunun asıl sebebini, Atinalılar, açıkça size söyledim: bu kimseler hiçbir bilgelikleri olmadığı halde, bilge olduklarını iddia eden kimselerin sorguya çekilmesini dinlemekten hoşlanıyorlar, gerçekten bu pek tatsız bir şey de değildir. Başkalarını sorguya çekmeyi bana Tanrı emretmiştir, bu yol bana Tanrı sözleriyle, gözüme gözüken hayallerle, Tanrı iradesinin insanlara göründüğü her vasıta ile gösterilmiştir. Atinalılar, bu sözüm gerçektir; öyle olmasaydı şimdiye kadar karşıtı ispat olunurdu. Ben gençleri bozmuşsam, hala da bozuyorsam, şimdiye kadar büyümüş olanlar, gençliklerinde kendilerine kötü öğütler verdiğimi anlamış olanlar ortaya çıkarak beni suçlar, benden öç alırlardı. Bunu yapmak istemezlerse bile, hiç olmazsa yakınlarından biri, babaları, kardeşleri veya hısımları benim yüzüm-den ailelerinin ne felaketlere uğradığını söylerdi. Şimdi tam zamanıdır. Onların birçoğunu burada görüyorum. İşte çocukluk arkadaşım, benim bölgemden olan Kriton, işte oğlu Kritobulos. Sonya, Aeskhines' in babası da, Sphettos'lu Lysanias da burada; bunlardan başka, Epigenes'in babası Kephisia'li Antip-hon'u ve benimle beraber bulunmuş olan birçok kimsenin kardeşlerini de görüyorum. Theozotides'in oğlu ve Theodotos'un kardeşi Nikostrates (Theodotos şimdi sağ değil, onun için o mani olamaz); Demodokos'un oğlu ve Theages'in kardeşi Paralos; Ariston'un oğlu ve şurada gördüğünüz Eflatun'un kardeşi Adeimantos hazır bulunuyor; Apollodoros'la kardeşi Aiantodoros'u da görüyorum. Daha birçoklarını sayabi-lirim. Meletos bunların bazılarını, suçla-masında şahit göstermeliydi. Unutmuşsa şimdi yapsın, kendisine yol göste-riyorum. Bu çeşitten, istediği şahidi göstersin. Fakat Atinalılar, hakikat bunun tam tersidir. Çünkü bunların hemen hepsi Meletos'la Anytos'un iddiasına göre arkadaşlarını bozmuş, bastan çıkarmış olan benden yana şahitlik edeceklerdir; hem yalnız bozulan gençler değil, benden yana şahitlik etmelerine hiç sebep olmayan bozulmamış daha yaşlı akrabaları da. Bunlar şahitlikte niçin benim tarafımı tutarlar? Herhalde, yalnız hakikatin, doğruluğun hatırı için, doğru söyle-diğimi, Meletos'un yalan söylediğini bildikleri için.
Sözün kısası, Atinalılar, savunmam için bütün söyleyeceklerim, buna ve buna benzer şeylere varır, Bir sözüm daha var. Belki, içinizde, buna benzer, hatta bundan daha az önemli bir sorunda kendisinin, gözyaşları dökerek yargıç-lara yalvarıp yakardığını, yargıçları yumuşatmak için çocuklarını bir sürü 15
hısım ve dostlarıyla birlikte mahkemeye getirdiğini hatırlayarak kızan biri olacaktır; halbuki ben, belki de hayatım tehlikede olduğu halde, bunların hiçbirini yapmadım. Bunun tam tersine hareket ettiğimi görünce, belki bu kızgınlıkla oyunu benden yana vermeyecektir.
Aranızda böyle biri varsa -muhakkak vardır demiyorum- ona açıkça cevap verip derim ki: Dostum, herkes gibi ben de bir insanım; Homeros'un dediği gibi, tahtadan veya taştan değil, etten, kandan yapılmış bir varlığım; benim de çoluğum, çocuğum vardır; evet Atinalılar, biri hemen hemen yetişmiş, erkek olmuş, ikisi henüz çocuk, üç oğlum vardır; böyle olduğu halde, sizden beraatımı dilemeleri için, hiçbirini buraya getirmeyeceğim. Niçin? Küstahlıktan yahut size karşı saygısızlıktan dolayı değil. Ölümden korkup korkmadığım da ayrı bir mesele, şimdi bundan söz açacak değilim. Ancak, bence böyle bir hareket, kendimin, sizin ve bütün devletin şerefine aykırıdır. Benim yaşıma gelmiş, bilgeliği ile tanınmış bir kimsenin böyle bir aşırılığa düşmemesi gerekir. Her halde, herkes Sokrates'in şu veya bu bakımdan başkalarından ayrı olduğuna inanıyor, halkın bu fikri bana uyuyormuş, uymuyormuş, bunu burada araştırmı-yorum. Aranızda bilgeliği, cesareti yahut herhangi bir erdemi ile sivrilmiş olduğu söylenen kimselerin böyle aşağı bir harekete düşmeleri ne kadar utanılacak bir şeydir. Hüküm giydikleri zaman garip garip birtakım hareketlerde bulunan nice tanınmış adamlar gördüm; bunlar, sanki ö1ümle korkunç bir ıstıraba gidecek-lerini, sanki sadece yaşamalarına izin verilmekle ölmez olacaklarını sanıyorlar. Fikrimce bu gibi şeyler devlete karşı saygısızlıktır; bunların bu gibi hareketleri dışarıdan gelen bir yabancıya, Atina’nın en ünlü adamlarının, gene kendi hemşe-rilerinin ün ve mevki verdiği bu kim-selerin, kadınlar kadar bile yürekli olmadıkları kanaatini verir. O halde, Atinalılar, bu gibi şeyleri hiç olmazsa bizim gibi ünlü kimselerin başarmaması gerekir; başarırlarsa sizin de onlara göz yummamanız; soğukkanlılık göstereceği yerde, acıklı sahneler hazırlayarak şehri gülünç bir hale sokan bu gibi kimseleri daha şiddetle mahkûm etmek istediğinizi göstermeniz gerekir.
Bundan başka, -halkın düşüncesi mese-lesini bırakalım- yargıcı aydınlatmak ve kanıksatmak yerine, onun lütfünü rica ederek beraat kazanmak da doğru bir şey değildir. Çünkü yargıcın vazifesi, doğruluğu bağışlamak değil, herkesin hakkim (hakkını) ö1çerek hüküm vermek; kendi keyfine göre değil, kanunlara göre hüküm vermektir. Yalan yere ant içmeye alışarak sizi tesir altında bırakmamalıyız, siz de buna göz yummamalısınız; bu, dine uymaz bir hareket olur.
O halde, Atinalılar, -hele şimdi, Meletos'un ileri sürdüğü iddiaya göre, burada dinsizlikten muhakeme edildiğim bir sırada- şerefsiz, dine uymaz, yanlış saydığım bir şeyi yapmamı benden beklemeyiniz. Çünkü sizi rica kuvvetiyle kandırmaya, yeminlerinizi bozmağa çalış-saydım, tanrıların olmadığına inanmayı size öğretmiş, kendimi müdafaa ederken, tanrıları inkâr etmek ithamına karşı yalnız kendi kendimi kandırmış olurdum. Fakat hakikat büsbütün bunun tersidir; 16
ben, tanrıların varlığına, ey Atinalılar, bütün beni suçlayanların inandığından daha yüksek bir anlamda inanırım; bundan dolayıdır ki sizin için ve benim için hayırlısı ne ise ona karar vermek üzere davamı size ve tanrıya bırakıyorum".
(II)
Atinalılar, benim için verdiğiniz mahkûmiyet kararına üzülmeyişimin birçok sebepleri var. Bunun böyle olacağını bekliyordum, yalnız, oyların birbirine bu kadar denk denecek derecede ikiye ayrılmış olmasına şaştım; çünkü benim aleyhimde olan çokluğu daha büyük sanıyordum. Hâlbuki şimdi, öbür tarafa otuz oy gitmiş olsaydı beraat kazanmış olacaktım. Bu yüzden diyebilirim ki, Meletos’un suçlamasından beraat kazanmış sayılırım; hatta üstelik Anytos ile Lykon beni suçlamak için buraya gelmeselerdi, kanunun istediği gibi, oyların beşte birini kazanmayarak bin drahmi para cezasına da mahkûm olacaklardı.
O şimdi ö1ürn cezası teklif ediyor. Bense kendi hesabıma neyi ileri süreyim Atinalılar? Şüphesiz değerim neyse onu. O halde hakkım nedir? Bütün hayatında herkesin düşkün olduğu birçok şeylere, zenginliğe, aile bağlarına, askerlik rütbelerine, halk kurullarında nutuklar vermeğe, başkan-lıklara, taraflara hiç aldırmamış bir adama verilecek karşılık ne olabilir? Ben bir siyaset adamı olmak için fazla dürüst olduğumu düşünerek, size ve kendime iyilik etmeme engel olacak hiç bir yola sapmadım! Tam tersine, hepinize iyilik etmemi mümkün kılan bir yola girdim, herkesin kendini düşünmekten, kendi işlerinin peşinde koşmaktan önce erdemi bilgeliği araması gerektiğini, devletin sırtından fayda-lanmaya bakmazdan önce devlete bakması lazım geldiğini sizlere kabul ettirmeye çalıştım. Böyle bir kimseye ne yapılır Atinalılar, herhalde, ona bir mükâfat verilmek lazımsa, iyi bir şey verilmeli ve bu iyilik ona yakışır bir şey olmalıdır. Sizi yetiştiren, sizi aydınlatmak için işini gücünü bırakmayı her şeyden üstün gören fakir bir adama yakışan mükâfat ne olabilir? Atinalılar, ona Prytaneion'da beslemekten daha yakışan bir mükâfat olamaz; böyle bir mükâfat, Olympia'da at yarışlarında, bilmem kaç atılı araba yarışlarında mükâfat kazanan bir yurttaştan çok ona yaraşır. Çünkü ben fakirim, hâlbuki onun yetecek kadar geliri vardır: o size yalnız bahtiyarlığın görünüş1erini bense gerçeği veriyorum. Bana vereceğiniz cezanın uygun ve yerinde bir ceza olması isteniyorsa, diyeceğim ki, bana Prytaneion'da beslenmek en doğru bir karşılıktır.
Belki, daha önce, gözyaşları ve yalvarmalar hakkında söylediğim gibi, bu sözlerimle de size boyun ekmediğimi göstermek istediğimi sanacaksınız; ama öyle değil; hiç öyle değil; bunları isteyerek, hiç bir yanlış harekette bulun-madığıma inanarak söylüyorum. Böyle olduğu halde sizi de buna kandıramam, çünkü vakit pek dar; başka şehirlerde olduğu gibi, Atina'da da büyük davaların bir günde görülmemesi için bir kanun 17
olsaydı, o zaman sizi kandırabileceğime inanırdım. Fakat bu kadar az bir vakitte bu kadar büyük suçlamaları dağıtamam. Nasıl şimdiye kadar kimseye kötülük etmemişsem, kendime de elbette etmeyeceğim; kendimin bir kötülüğe layık olduğumu söylemeyeceğim, kendim için bir ceza teklif etmeyeceğim. Niçin edeyim? Meletos'un ileri; sürdüğü ö1üm cezasından korktuğumdan mı? Ölümün bir iyilik mi yoksa bir kötülük mü olduğunu bilmediğim halde, muhakkak kötülük olan bir cezayı neden teklif edeyim? Hapis cezası mı? Niçin ceza evlerinde, yılın yargıçlarının, Onbir’ lerin* (Savcılar kurulu) kölesi olayım? Para cezası mı diyeceksiniz, yoksa para cezası ödeninceye kadar hapislik mi diyeceksiniz? Buna karşı da ayni şey söylenebilir; çünkü beş param olma-dığından, cezayı da ödeyemeyeceğimden, cezaevinde ö1eceğim. O halde, sürgün-lüğü mü teklif edeyim? Belki siz de bu cezayı kabul edersiniz. Ama benim kendi hemşerilerim olan sizler bile, artik benim konuşmalarıma, sözlerime tahammül edemezken, bunları çekemez ve iğrenç bulurken, başkalarının bana tahammül edeceğini umacak kadar düşüncesiz olmak için, yasamak hırsının gerçekten gözlerimi bürümüş olması lazım. Hayır, hayır, Atinalılar, bu hiç de böyle değildir. Yer yer dolaşarak, sürgün yerimi hep değiştirerek, her gittiğim yerden kovu-larak yaşamak, benim yaşımda bir edam için ne acı bir şeydir! İyi biliyorum ki burada olduğu gibi, her gittiğim yerde gene gençler beni dinlemek için etrafıma üşüşecekler; onları yanımdan uzak-laştırsam daha yaşlı hemşerilerini ayaklandırarak beni dışarı attıracaklar; etrafıma toplanmalarına izin verirsem babaları, dostları gene onların yüzünden beni yurtlarından kovacaklar.
Belki bana denecek ki: “Sokrates; ağzını tutamaz mısın, sana kimse karışmadan yabancı bir şehre giderek, yaşayamaz mısın? Buna vereceğim cevabı anlatmak çok güç. Çünkü dediğinizi yapmanın Tanrı’ya karsı bir itaatsizlik olacağını, onun için ağzımı tutamayacağımı söylersem ciddi bir söz söylediğime inanmayacaksınız; erdemi, üzerinde hem kendimi hem başkalarını sınadığım daha birçok meseleleri her gün tartışmanın insan için en büyük iyilik olduğunu, imtihansız hayatın yaşamaya değer bir hayat olamadığını söylersem bana gene inanmayacaksınız. Size kabul ettirmek kolay olmamakla birlikte, söylediklerim doğrudur.
Kendimi hiçbir cezaya layık görmeye de alışmadım. Param olsaydı, beni beraat ettirecek bir para cezası teklif ederdim; bundan bana kötülük gelmez. Ama ne yapayım, yok; bunun için bu para cezasını, ancak benim vere-bileceğim kadar kesmenizi dilerim. Evet, belki bir mina verebilirim, onun için bu cezayı teklif ediyorum. Buradaki dostlarım Eflatun, Kritobulos ve Apollodoros otuz mina teklif etmem için beni sıkıştırıyorlar; onlar kefil olacaklar. Haydi, otuz olsun; bu para için onlar size yeter teminat olacaklardır. 18
(III)
Atinalılar, Sokrates'i, bir bilgeyi öldürmüş olmakla, şehrinizi ayıplayacak olanlardan alacağınız kötü üne karşılık, büyük bir karınız olmayacak; ben gerçekte hiç bir şey bilmeyen bir adam olduğum halde onlar bizi kötülemek istedikleri zaman, benim bilge olduğumu söyleyecekler. Hâlbuki biraz daha beklemiş olsaydınız, istediğiniz, tabiatın yürüyüşü ile kendiliğinden yerine gelmiş olacaktı. Çünkü gördüğünüz gibi, yaşım çok ilerlemiştir; ölümden çok uzak değilim.
Şimdi hepinize değil, .yalnız bana ölüm hükmünü verenlere sesleniyorum. Onlara söyleyecek bir şeyim daha var: Belki beraatımı kolaylaştıracak şeyler söylemediğimden, suçluluk kararından kurtulmak için gereken şeyleri söylemeği ve yapmağı kabul etmediğimden dolayı mahkûmluğuma karar verildiğini sana-caksınız. Hayır; mahkûm olmama sebep olan kusur, sözlerimde değil sizin istediğiniz gibi, ağlayarak, sızlayarak, haykırarak, bence bana yakışmayan, fakat başkalarından daima işitmeğe alıştığınız birçok şeyleri söyleyerek ve yaparak, size söylemek istediğimi yüzsüzlüğümü küstahlığımı gösterme-yişimdendir. Fakat ben, tehlikeye düştü-ğüm zaman, ne böyle aşağılıklara, alçaklıklara saparım, ne de kendimi müdafaa etmediğime pişman olurum. Asla! Böyle bir şey yapmaktansa, sizin alıştığınız gibi kendimi müdafaa etmektense, alıştığım gibi söz söyleyerek ölmeği üstün görürüm. Çünkü savaş meydanında olduğu kadar adalet karsısında da ben de, başka hiç kimse de kendini ö1ümden kurtaracak vasıtaları kullanmağa kalkışmamalıdır. Evet, çok defa, bir kimse savaşta silahlarını bırakmakla, düşmanlarının önünde diz çökmekle ölümden kurtulabilir; her şeyi söylemeği, her şeyi yapmayı kabul eden bir kimse için her türlü tehlike karşısında ölümden kurtulmanın daha birçok çareleri vardır; yalnız şuna iyice inanınız, yargıçlarım, asıl mesele, ölümden sakınmak değil, haksızlıktan sakınmaktır; çünkü kötülük ölümden daha hızlı koşar, Ben yaşlı ve ağır olduğumdan yavaş kosan bana yetişmiştir; hâlbuki beni suçlayanlar kuvvetli ve çabuk olduklarından, çabuk koşan kötülük onlara yetişmiştir. Simdi ben, tarafınızdan ölüm cezasına, onlar da hakikat tarafından kötülüğün ve haksızlığın cezasına mahkûm edilerek ayrılıyoruz. Ben cezama boyun eğerim, onlar da cezalarına boyun eğsinler. Herhalde böyle olması mukaddermiş; belki de yerindedir...
Şimdi, ey beni mahkûm edenleri Size bir kehanetimi söylemek isterim; çünkü ben simdi hayatın öyle bir anında bulunuyorum ki, bunda insanlar ölmez-den önce kehanet gücüne erişirler. O halde benim katillerim olan sizlere haber vereyim ki, ölümümden çok geçmeden bana verdiğiniz cezadan daha ağır bir ceza sizi beklemektedir. Beni öldürmek-le hayatınızın hesabını soranlardan kurtulacağınızı sanıyorsunuz. Fakat bana inanınız, sandığınızın tam tersi olacaktır. Evet, hiç şüphe etmeyiniz, şimdiye kadar öne atılmalarına engel olduğum birçok kimseler, karşınıza çıkacak, sizi şiddetle suçlayacaklardır; bunlar daha genç oldukları için19
sizi daha çok incitecekler, sizinle daha çok uğraşacaklardır. Atinalılar, insanları öldürmekle, herkesi kötü hayatınızı kınamaktan alıkoyacağınızı sanıyorsanız yanılıyorsunuz; bu, olası bir kaçış yolu, ünlü bir kaçış yolu değildir; en kolay en asil yol, başkalarını hiçbir şey yapamayacak bir hale getirmek değil, kendinizi yükseltmektir. İste buradan ayrılmadan önce beni mahkûm eden yargıçlara söyleyeceğim kehanet budur.
Beni beraat ettiren dostlar, yargıçlar meşgulken, öleceğim yere gitmeden, sizlerle olup bitenler hakkında görüşmek isterim. Onun için azıcık daha durunuz, birbirimizle görüşebilecek kadar vakit var. Siz benim dostlarımsınız, onun için başıma gelenin manasını size belirtmek isterim. Ey yargıçlarım! (Çünkü ancak sizlere gerçekten yargıç diyebilirim.) Size gerçekten şaşılacak bir olayı anlatmak isterim. Şimdiye kadar, gündelik işlerde bile kötü veya yanlış bir iş işlemek tehlikesi karşısında içimden gelen tanrısal bir ruh beni alıkoyuyordu; simdi ise, gördüğünüz gibi herkese göre belki de kötülüğün en kötüsü ve en sonuncusu başıma gelmiştir. Hâlbuki sabahleyin evimden ayrılırken de, mahkeme karsısına çıktığımda da, burada söz söyleyeceğim anlarda da Tanrı sesi beni alıkoymamıştır; başka hallerde, birçok kereler söz söylerken, beni alı-korken, bugün bu mesele üzerinde söyle-diğim ve yaptığım şeylerin hiç birinin önüne geçmemiştir. Bu susmanın manası nedir? İste size bunu söyleyeceğim: bu şüphesiz başıma gelenin iyilik olduğuna, ölümün bir kötülük olduğuna inanan-larımızın yanıldıklarına bir alamettir. Çünkü iyiliğe değil, kötülüğe doğru gitmiş olsaydım, her zamanki işaret herhalde beni alıkoyacaktı.
Başka türlü düşünürsek, ölümün bir iyilik olduğunu umduracak sebep oldu-ğunu da görürüz; ölüm iki şeyden biridir: ya bir hiçlik, büsbütün şuursuzluk halidir yahut da, herkesin dediği gibi, ruhun bu dünyadan ayrılarak başka bir dünyaya geçmesidir. Ölüm bir şuursuzluk, deliksiz ve rüyasız uyuyan bir kimsenin uykusu gibi bir uyku ise, o ne mükemmel, ne tam bir kazançtır! Bir kimse, uykusunda, hiç rüya görmediği bir gecesini düşünerek, bunu hayatının öteki günleri ve geceleriyle karşılaştırsaydı, bütün haya-tında bundan daha iyi ve daha hoş kaç gün ve kaç gece geçirmiş olduğunu da bize söyleseydi, sanırım ki herkes, değil yalnız alelade kimseler, Büyük Hüküm-dar bile, hayatında böyle pek az gündüz ve gece bulurdu. Ölüm bu çeşit bir uyku ise, büyük bir kazançtır; çünkü öyle olunca, zamanın bütün akışı, tek bir gece gibi gözükecektir. Ama. ö1üm bizi bu dünyadan başka bir dünyaya götüren bir yolculuk ise ve herkesin dediği gibi, bütün ölenler başka dünyada yaşıyorlarsa, yargıçlarım, bizim için bundan daha büyük ne iyilik olabilir? Gerçekten öteki dünyaya vardığımızda, bu dünyada doğruluk iddia eden kimselerden kurtu-larak, denildiği gibi asıl doğruluğu veren gerçekten yargıçları, Minos'u, Rahada-manthos'u, Aiakos'u, Triptolemos'u doğru yaşamış olan yarı-tanrıları bulacaksak, bu yolculuk hiçbir zaman bir ceza olamaz. Bir kimse orada, Orpheus'a, Musaios'a Homeros'a, Hesiodos'a kavuşacaksa, bunun için ne vermez ki?20
Hayır, bu doğru ise, bırakınız bir daha, bir daha öleyim. Hele Palemedes ile Telamon oğlu Aias ile haksiz bir hüküm yüzünden
Helen eski kahramanları ile buluşmak bizim için ne yüksek bir şeydir! Kendi sonumu onların sonu ile karşılaştırmak benim için ne büyük bir zevk! Hepsinin üstünde, burada olduğu gibi öteki dünyada da öz ve yanlış bilgeliği araştırmamı ilerletebileceğim, kimin bilgiç, kimin cahil olduğunu anlayabile-ceğim. Yargıçlar! Büyük Troia seferinin önderi Odysseus'u, Sisyphos'u, kadınlı erkekli daha birçoklarını deneyebilmekte ne büyük bir zevk var! Onlarla, konuş-makta, onların arasında yaşamakta, onlara sorular sormakta ne sonsuz bir zevk olacaktır! Orada hiç şüphesiz, sormak yüzünden ö1üme mahkûm edilmek tehlikesi de yoktur. Bizden daha mesut olduktan başka, doğruyu söyleyen, orada ölmez de olacaktır. O halde, yargıçlar! siz de benim gibi ölümden korkmayınız, şunu biliniz ki, iyi bir insana, ne hayatta ne de öldükten sonra hiçbir kötülük gelmez. Onu ve onun gibileri tanrılar daima korurlar. Benim yaklaşan sonum, sadece bir tesadüf işi değildir; tam tersine, apaydın görüyorum ki ölmek ve böylece bütün acılardan büsbütün kurtulmak, benim için daha değerlidir. İşte, içimden gelen işaretin alıkoymamasının sebebi budur. Gene bunun için beni mahkûm edenlere, beni suçlayanlara asla kızmıyorum. Onlar bana iyilik etmeyi bile bile isteme-mişlerse de, bana hiç kötülük de etme-mişlerdir. Onları ancak, bana bilerek kötülük etmek istediklerinden dolayı kınayabilirim.
Sizden dileyeceğim bir şey daha kaldı: çocuklarım büyüdükleri zaman, Atinalılar, erdemden çok zenginliğe yahut herhangi bir şeye düşkünlük gösterecek olurlarsa, ben sizinle nasıl uğraşmışsam, siz de onlarla uğraşınız, onları cezalandırınız; kendilerine, kendi-lerinde olmayan bir değeri verir, önem vermeleri gereken şeye önem vermez, bir hiç oldukları halde kendilerini bir şey sanırlarsa, ben sizi nasıl azarlamış-sam, siz de onları öyle azarlayınız. Bunu yaparsanız, bana da, okullarıma da doğruluk etmiş olursunuz.
Artık ayrılmak zamanı geldi, yolumuza gidelim: ben ölmeye, siz yaşamaya.
Hangisi daha iyi?
Bunu Tanrı’dan başka kimse bilemez.
SON (Sayın Vektor Galip Baran'a teşekkürler)