İSLAMİYET’TE HIRSIZLIK SUÇU
‘Hırsızlık’, haksız yere bir başkasının malını, parasını
veya varlık kabul edilen başka değerlerini ele geçirmek, çalmaktır. Hırsızlık,
İslâm’ın çok çirkin gördüğü hem ceza hukuku kuralları ve hem ahlâk kuralları
ile yasakladığı bir davranıştır.
Hırsızlık hastalığının Arapça’daki karşılığı ‘Sirkat’tir.
Hırsızlık yapan kimseye ‘Sarik’ denir.
Kur’an, “İnsanın ancak çalışmasının karşılığını
alabileceğini.” [1] bildirir. İnsanların hak ve adaletten
ayrılmamalarını isteyen Allah (c.c.) Kur’an’da şöyle buyurmaktadır: “Mallarınızı,
aranızda batıl (haksız yollar) ile yemeyin.” [2]
“Erkek ve kadın hırsızın -o, irtikâb ettiklerine bir
karşılık ve Allah'tan ibret verici bir ceza olmak üzere ellerini
kesin..” [3]
İslâm dini, mal emniyetini önemli bir esas kabul etmiş, malını
müdafaa ederken öldürülenin şehid olacağını bildirmiştir. Hırsıza, elini kesmek
gibi ağır bir ceza vermesinin felsefesi, mal emniyetine verdiği ehemmiyette
ifadesini bulur. Bu sebeplerle ceza, psikolojik şokla hissiyatın ve ruhun
derinliklerinde caydırıcılık hâsıl edecek şekilde ağır takdir edilmiştir: Elin
kesilmesi... Hırsızlığa niyet edecek kimseyi, yakalanma halinde elinin kesilme
ihtimali ciddi şekilde düşündürecek ve caydırıcı etki yapacaktır. Hanefîlerin
el-İhtiyar adlı kitaplarında şu izaha yer verilir: ‘Öyle insan vardır ki,
onu ne akıl durdurabilir ne de nakil. Bu kimselere ne diyanet tesir eder,
ne de mürüvvet ve emanet gibi yüce duygular. Şayet el kesmek, asmak ve benzeri
ağır cezalar olmasaydı, bu kimseler başkalarının mallarını inat olsun diye
açıkça almaktan veya gizlice çalmaktan çekinmezlerdi. Bu durumun
getireceği fesat açıktır. Şu halde, fesadın önlenmesi, toplum düzeninin
sağlanması için hırsıza bu ağır caydırıcı cezanın verilmesi uygun ve gerekli
olmuştur. Kesme emri mutlak geldiğinden, elin kesilmesi hususunda hür ile köle
eşittir.
“Zani bir kimse, zina yaptığı sırada mümin olarak zina
yapmaz, hırsız da çaldığı sırada mümin olarak hırsızlık yapmaz, içkici, içki
içtiği sırada mümin olduğu halde içki içmez; insanların, onun yüzünden
gözlerini kendine kaldıracakları kadar nazarlarında kıymetli olan bir şeyi
mümin olarak yağmalamaz.” [4]
Hadis-i şerifte müminin büyük günahlardan olan hırsızlık
yapmak, içki içmek ve zina etmek gibi fiillerinden birisini yaptığı sırada
mümin olmadığını, imanının onu terk ettiğini ifade etmektedir. Bu durum üzere
ölen bir insanın, imansız gitme durumu ortaya çıkacaktır ki bu ebedi cehenneme
düşmesine sebep olmaktadır.
Hırsızlık, insanın ahlâki olarak alçaldığını gösteren bir
davranıştır. Bu ahlâkî alçaklığın işlenmesiyle toplum düzeni de bozulmuş olur.
Bu kötü davranışın yayılması sonucu insanlar arasında güven duygusu ortadan
kalkıp, yerini güvensizlik ve huzursuzluğa bırakır. Bu da toplumsal huzuru
bozar. Halbuki İslâm, toplum huzurunu sağlayan şu beş temel ilkeyi koymuştur:
1- Din Güvenliği
2- Akıl Güvenliği
3- Mal Güvenliği
4- Can Güvenliği
5- Nesil Güvenliği
Bu beş ilke, insan ve toplum yaşamının düzenlenmesinde
insanların ulaşabileceği en yüksek değerlerdir. Bugün bütün dünyada İnsan
Hakları Evrensel Beyanname’sinden sıkça söz edilir. Halbuki yüce dinimiz İslâm
bunu on dört asır önce sağlamıştır.
İslâm’ın hırsızlık yapan kimseye uygulanacak ağır cezayı
ortaya koymasında, bu çirkin davranışların başka kimseler tarafından
işlenmesinin önüne geçmek için büyük hikmetler ve adâlet vardır. Hırsızlık
yapmakla sadece toplum düzeni bozulmakla kalmıyor; aynı zamanda malı çalınan
kişiye haksızlık yapılmış oluyor. Bu suçu işleyen kimse iki büyük suç ve günah
işlemiş oluyor: Birincisi, toplumun hukuk ve ahlâk düzenini bozarak haksız
kazanç elde etmek, ikincisi de kul hakkını ihlal etmek.
Allah Resûlü bütün söz, davranış ve eylemleriyle hukuka,
adalete, devlet anlayışına ölçü vermektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.)
yasaklanan bir fiilin neticesinde onun cezası olan ‘had’din uygulanmasının
hikmetini şöyle açıklamaktadır: “Yeryüzünde infaz edilen ilahî bir hüküm
(had), orada yaşayanlar için kırk sabah yağmur yağmasından daha
faydalıdır.” [5]
İslam'da, hukuk ve hudud (Hadleri cezalar) karşısında herkes
aynı konumdadır. Kimseye dokunulmazlık tanınmamıştır. Belki yönetim ve
yöneticilerin en büyük ve en temel sorumlulukları da bu noktada kendisini
göstermektedir. Konuyla ilgili Hz. Peygamber (s.a.v.)'in bir uygulama ve
uyarısı son derece dikkat çekicidir. Şöyle ki: Kureyş kabilesinin güçlü ailesi
Mahzumoğullarından hırsızlıkyapmış olan Fatıma b. Esved'in durumu
Kureyş'lileri üzmüş ve harekete geçirmişti. Onu affettirebilmek için çare
aramaya başladılar. Hz Peygamber (s.a.v.) yanında şefaatçi olacak birini
bulmaları gerektiğine karar verdiler. Neticede Hz. Peygamber (s.a.v.)'in çok
sevdiği Usame b. Zeyd'i bu konuda aracı olmaya ikna ettiler.
Üsame (r.a.) de gidip Hz. Peygamber (s.a.v.)'e durumu
arzetti. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Üsame'yi şu sözleriyle
uyardı: “Sen, Allah'ın emrettiği bîr had hakkında mı şefaatçiliğe
kalkışıyorsun?” (Buna nasıl cür'et edersin, bunu nasıl yaparsın?)
Üsame, özür beyan edip, bağışlanmasını diledi. Hz. Peygamber
(s.a.v.) daha sonra Müslümanlara bir konuşma yaparak durumu şöyle
açıkladı: “Ey Müslümanlar! Allah Teala sizden öncekileri şu sebeple helak
etmiştir: Onlar içlerinden şerefli (itibarlı) biri hırsızlık yaparsa, onu
cezalandırmazlar; zayıf biri bir şey çalarsa, derhal ona haddi tatbik
ederlerdi. Allah'a yemin ederim ki ben, Muhammed'in kızı Fatıma hırsızlık etmiş
olsaydı onun da elini keserdim!”
Hz. Ebubekir (r.a.) de, devlet ve güçlülük konusunda
İslâm'ın bakış açışını bir başka şekilde vurguluyor: ‘İçinizde zayıf olan,
hakkını alıncaya kadar benim yanımda kuvvetlidir. Kuvvetli olan ise, ondan
başkasının hakkını alıncaya kadar benim nezdimde zayıftır.’ Hz. Ebubekir bu
şekilde hak ve hukukun üstünlüğünü ortaya çok net koymaktadır.
İslâm dini, hırsızlığın zararlarına dikkat çekerken, onun
yayılmasının önüne geçmek için tedbir alınmasını gerekli görmüştür. Bunu
sağlarken de ilk başta sosyal adâlet ilkesini toplumun her kesimini kapsayacak
şekilde uygulamaya koyar. İslâm, bir taraftan bireyin ahlâkî açıdan eğitimini
sağlar; diğer taraftan da insanın hırsızlık yapmasını gerektirecek nedenleri de
ortadan kaldırır. [6]
Bu anlatılanlar hırsızlığın görülen tarafıdır. Peygamber
Efendimiz hırsızlığın bir de görünmeyen tarafının olduğunu ve bunun daha
tehlikeler içerdiğini şöyle anlatmaktadır. Resûlullah (s.a.v.) “İçki içen,
zina yapan ve hırsızlıkta bulunan kimse hakkında ne dersiniz?” diye sordu.
Bu soru, bunlar hakkında henüz hadd cezası gelmezden önce sorulmuştu. ‘Allah ve
Resûlü daha iyi bilir!’ diye cevap verdiler. Resûlullah (s.a.v.): “Bu
fiiller ağır suçtur, onlar hakkında ceza vardır. Hırsızlığın en kötüsü de
namazdan çalmaktır.” buyurdu. Bunun üzerine: ‘Ya Resûlullah, kişi namazını
nasıl çalar?’ diye sordular. Şu cevabı verdi: “Rükûsunu ve secdelerini
tamamlamaz.” [7]
Allah Resûlü’nün ahlâki özelliklerimizin evrensel boyutu
hakkında sarf ettiği sözlerden bir tanesi de çocukların zorla
çalıştırılmamasını içermektedir. Zorla çalıştırılan çocuklar günlüklerini
çıkarabilmek için hırsızlığa tevessül edebilmektedir. Bu yüzden küçük
çocukların zorla çalıştırılmasını yasaklamaktadır: “Çocukları kesbe
(kazanmak için çalışmaya) mecbur etmeyin. Siz onları kesbe mecbur ettiğiniz
zaman hırsızlık yaparlar. Sanat sahibi olmayan cariyeleri de kesbe zorlamayın.
Zira siz onları kesbe zorladığınız takdirde ferçleriyle kazanırlar. Onların
getireceği paraya karşı istiğna gösterin ki, Allah da sizi müstağni kılsın.
Size temiz olan yiyecekler yaraşır." [8]
Çocukların çalıştırılmalarının birçok yönden sakıncası var.
Her şeyden önce alması gereken temel formasyondan geri kalır. Çünkü İslâm,
çocukluk dönemini hayata hazırlık, büluğdan sonra üzerine yüklenecek
sorumluluklarla ilgili zorunlu bilgi ve becerileri kazanma dönemi olarak
belirlemiş, bu maksatla onu her çeşit sorumluluğun dışında tutmuş, nafakasını
ebeveyn, yoksa yakınları, yoksa cemiyet ve devlet üzerine vecibe
kılmıştır.
Ebu Zer el-Gıfari (r.a.) anlatıyor: Hz. Peygamber
Efendimiz “Lâilâhe illallah deyip sonra da bu söz üzerine ölen her
kul cennete gider.” buyurdu.
(Hayretle) sordum: ‘Zina etse ve hırsızlık yapsa
da mı?’ Cevaben: ‘Evet, zina etse ve hırsızlık yapsa da!’ dedi.
Ben hayretimi yenemeyerek yine sordum: ‘Zina etse de hırsızlık yapsa
da mı girer?’ Resûlullah (s.a.v.) yine: “(Evet) Zinâ etse de hırsızlık
yapsa da” cevabını verdi. Bu sözünü üç defa tekrar etmişti. Dördüncü seferde:
Yine, ‘Evet, Ebû Zerr'in burnu toprakla sürtülmesine rağmen zina etse
de hırsızlık yapsa da (o kul cennete girecektir) buyurdu.’ [9]
Halbuki az yukarıda bu iki sıfatın bizzat Hz. Peygamber
(s.a.v) tarafından küfre nispet edildiğini, insanın imanını o an ortadan
kaldırdığını görmüştük. Demek oluyor ki tek bir hadis veya tek bir âyete bakıp
hüküm yürütmek bizi hataya sürükleyebilmektedir. Âyet-i kerîmede günahlar
konusunda: “Allah (c.c.) kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz, onun
dışında kalan günahları dilediği kimseden affeder.” [10] buyurmaktadır.
İslâmî ölçü budur. Allah (c.c.)'a ve âhirete inanan kişi bu ölçülerin dışına
çıkmaz. Bunların yerine kendisinin veya diğer şahısların hevâsından gelen
karanlıklı, nursuz ölçüleri koymaz. Mümine düşen âlimlerin yolunu tâkip
etmektir. Bu davranış tarzı, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat’in yolu, İslâm ümmetinin
ana yoludur.
Öyle ise, bu hadis “Lailahe illallah diyen
cennete gider, hırsızlık da yapsa, zina da yapsa.” veya başka bir
hadiste: ‘Biz Resûlullah'a zina etmemek, hırsızlık yapmamak... üzere
biat ettik. Kim bunlardan birini yapar ve dünyada cezalandırılırsa bu ona kefarettir;
kim de cezalandırılmazsa, onun işi Allah'a kalmıştır. O dilerse affeder,
dilerse azap eder’ hadisi; “Allah kendine şirk koşanı affetmez, bunun
dışındaki bütün günahları dilediğinden affeder.” [11] ayeti ve bu
manadaki başka ayet ve hadisler esas alınarak, vermiş olduğumuz ve benzeri
hadisler tevil edilmiştir. Ehl-i Sünnet büyük günah işleyenin kâfir olmayacağı
hususunda ‘icma’ etmiştir. Bütün bu durumlar, vermiş olduğumuz hadisin ve
benzerlerinin tevil edilip ‘kâmil manada’ ibaresiyle kayıtlanmasını zaruri
kılmıştır.
Bizim de Hz. Peygamber (s.a.v.)’in metoduyla işe başlamamız
gerekmektedir. Öncelikle insanların eğitilmesi gelmektedir. Aç olan bir kimse
karnını doyurmak için hırsızlık yaptıysa elinin kesileceğini
söylemiyoruz. İlk önce iş imkânı sağlanır, iskân temin edilir ve tüm
ihtiyaçları giderilir. Şayet ondan sonra kalkıp hırsızlık yapılırsa,
o zaman o adamın kalbinde fesat vardır ve toplumu fesada götürmek istemektedir.
Bunu engellemek için had cezası uygulanır. Hırsızlık masası
şefinin hırsızlık çetesi şefi olduğu anlaşılıyor. ‘İsraf, Allah
(c.c.)'a ve topluma karşı bir hırsızlıktır.’
Fıkhî anlayışa göre meselâ bir hırsızlık olayında,
malından edilen kuldur ve fakat hakkı ihlâl edilen yüce Rabb olmaktadır. Çünkü
burada sadece kulun hakkı elinden alınmış olmuyor aynı zamanda Allah (c.c.)'ın
yarattığı bu insanlık alemi, mülkiyet hakları şuurundan yoksun hayvanlık
alemine dönüştürülmüş oluyor. İşte burada Allah Teala da Fâtiha sûresindeki
ifadesiyle "âlemlerin sahibi" olarak devreye girip gerçek hak sahibi
oluyor.
Rivayete göre bir kimse Hz. Peygamber (s.a.v.)’in huzuru
saadetlerine gelip şöyle dedi: ‘Ey Allah'ın Resûlü, ben sana (yani Allah'tan
getirmiş olduğun dine) iman etmek istiyorum. Ancak ben, içki içmeyi, zina
etmeyi, hırsızlık yapmayı ve yalan söylemeyi de seven biriyim,
insanlar bana, sen İslâm'ı kabul edersen bu işleri yapmak sana haram olur,
diyorlar. Benim de bunları kolayca bırakmaya gücüm yetmez. Bunlardan birisini
terk etmeme razı olursanız, size inanırım, dedi. Peygamberimiz (s.a.v.)
ona: “Yalanı terk et” buyurdu. O kimse de bunu kabul etti ve Müslüman
oldu. Resûlullah (s.a.v.)'ın huzurundan ayrılınca ona içki sundular. O, eğer
ben içki içersem, Resûlullah (s.a.v.) da bana içki içtin mi? diye sorar da ben
yalan söylersem, ahdi bozmuş olurum. Doğruyu söylersem bana ‘hadd’ cezası
uygular, dedi ve içki içmeyi terk etti.
Sonra ona zina ve hırsızlık teklif edildi, o yine
aynı şekilde düşünerek onları da bıraktı. Daha sonra bu kimse Peygamberimiz
(s.a.v.)’e gelip, ne güzel yaptın (ne iyi tavsiyede bulundun) Ey Allah'ın
Resûlü, beni yalandan menetmekle günah kapılarını bana kapattın, dedi.’
Geçen hadisi şeriflerden de anlaşılacağı gibi, doğruluk
insanı iman ve itaate sevk ederken, yalan da insanı başta inkâr olmak üzere pek
çok kötülüklere düşürmektedir. [12]
Hırsızlık Hastalığından Kurtuluş Yolu
Hırsızlık hastalığından kurtuluş için, hem devletin, hem
toplumun ve hem de bu hastalığa yakalanan insanların yapması gereken görevleri
görev ve sorumlulukları vardır.
İslâm dininin istediği saadet toplumunda, hırsızlık olmadığı
için huzur ve güven kurulmakta insanlar rahat bir hayat yaşamaktadırlar. Bunu
tarihimizde görüyoruz. Bu konuda en somut örnek Asr-ı Saadet’ten sonra
Osmanlı’nın uyguladığı sistemdir. Toplumda oluşturduğu mekanizma ile
hırsızlığın önüne geçmiş, hırsızlık düşüncesini ve sonucunda görülecek cezayı
zihinlerde oluşturmuş ve buna teşebbüs edenlerin önüne manevi bir sınır
koymuştur. Bu hususta iki batılı yazarın ifadeleri meramımızı anlatmada örnek
teşkil etmektedir: Fransız generallerinden Compte de Bonneval der ki;
‘Hırsızlık, murabahacılık ve inhisarcılık gibi suçlar Müslümanlar arasında
adeta meçhul cinayetlerdir. Hâsılı ister vicdanî bir akideden, ister ceza
korkusundan doğmuş olsun, o kadar dürüstlük gösterirler ki, insan çok defa
Müslümanların dürüstlüklerine hayran kalır.’
Müverrih A. Ubicini: ‘Bu büyük başkentte dükkâncı herkesçe
bilinen namaz saatlerinde dükkânını açık bırakıp gittiği, geceleri evlerin
kapıları sıradan bir mandalla kapatıldığı halde senede yalnız dört
hırsızlık vakası bile olmaz. Ahalisi sırf Hıristiyanlardan oluşan Galata
ile Beyoğlu'nda ise hırsızlık ve cinayet vakaları duyulmayan gün
geçmez.’ diyor.
Hırsızlık hastalığına tutulan insan ise, bunun çok yanlış ve
tehlikeli bir kazanç yolu olduğunu düşünmesi, bu işin sonunun olmadığını,
mutlak surette bir gün yakayı ele vereceğini, dünyada cezasını göreceğini ve
ahirette ise daha büyük cezaların kendisini beklediğini düşünmesi gerekir.
Hırsızlar günümüzde gelişen teknikler ile bayıltıcı,
uyutucu, uyuşturucu, kesici, patlayıcı bütün silah ve malzemeleri de
kullandıkları için artık hırsızlık bir meslek ve sektör halini almış ve
insanların korkulu rüyası haline gelmiştir. Yukarıda belirttiğimiz gibi bu
insanlar belirlenip ciddi eğitimlerden geçirilip kendilerine iş fırsatları
hazırlanarak topluma kazandırılmalıdır. Bu mümkün olmuyorsa toplumun huzur ve
güveni için en ağır cezalar uygulanmalıdır.
KAYNAKLAR VE DAYANAKLAR:
[1] Necm sûresi, 53 /39.
[2] Bakara sûresi, 2/188.
[3] Maide sûresi, 5/ 38.
[4] Buharî, Mezalim 30; Müslim, İman, 100; Ebu
Davud, Sünnet, 16; Tirmizî, İman, 11.
[5] İbn Mace, Hudûd 3, Nesaî, Sârık, 7.
[6] Ahlâk Dersleri, V. Aydın.
[7] Muvatta, Kasru's-Salât: 72.
[8] Muvatta, İsti'zan 42.
[9] Buhârî, Tevhid: 33; Müslim, İman: 153;
Tirmizî, İman: 18.
[10] Nisa sûresi, 4/48.
[11] Nisa sûresi, 4/48.
[12] Tefsiru'l Kebir, Razi, XVI, 221–222.